Önümde duvarlar var sevgilim. Ben onları aşamıyorum. Kir pas içinde, sıvası delik deşik, yer yer dökük… Boyanması gerekmeyen duvarlar bunlar; zaten dertleri güzel görünmek olmayan, görevleri sadece insanları içeride tutmak olan duvarlar… Küçük pencerelerinde demir ızgaralar.
Çok zamandır buradayım. Hayalini görmek bile zor şimdi; duvarların ötesini öyle çok özledim!
Çocukluğumda annemle babamın yatak odasındaki yer yatağında sabahları erkenden uyanır gözlerimi açar açmaz annemin nefesini dinlerdim. Nefes alışlarını duyuyorsam rahatlardım. Demek ki ölmemiş!
Aşçı olduğu için sabah çorbalarını pişirmesi gereken babam ise çoktan işe gitmiş olurdu. Yataktan hemen kalkmazdım. Önce annemin karyolasından aşağıya sarkmış elini avucuma alır koklar öper, sonra annem yaşadığı için Tanrı’ya şükrederdim. Onu benden almaması için uzun uzun yalvarırdım. Annemin ölümcül bir hastalığı yoktu ancak romatizmalarından şikâyet eder, sekiz çocuk büyütmekten dolayı yıprandığını ve yaşlandığını söyler dururdu. Ben de sekizinci olarak tekne kazıntısı ünvanı almış, annesini kaybetme korkusu ile debelenen duygusal bir çocukluk dönemi geçiriyordum.
Yatakta yapmayı en sevdiğim şey ise gözlerimi tavana dikip bir süre sonra tavanın ev tabanına dönüşmesini seyretmek olurdu. Denersen anlarsın. Göz alışınca ayakta olduğunu hayal eder tavanın üzerinde yürümeye başlarsın. Beyaz tavanın ortasındaki asılı lambaya yaklaştığımda onun önümde bir direk gibi yukarı doğru uzandığını görmek beni eğlendirirdi. Kapıya doğru gider eşikten öylece koridora atlardım. Artık tavanda yürümenin zevkiyle annem uyanana dek tatlı hayaller kurardım.
Şimdi gözlerimin alışmasını bekliyorum. Senin ellerini tutabilmek için belki yine bu duvarlardan atlar ötesine geçerim…
Düşlerim beni ele veriyor sevgilim! Her defasında yakalanıyorum. Olsun, sen yine de bana bol bol düş yolla, unutma. Ne yapsam sonumuz aynı. Ayrılık, el falımızda görülmüş bir kader çizgisi sanki.
Neden gökyüzüne kurmazlar şehirleri diye düşünüyorum? Bulutlara yakın olmak daha iyi değil mi? Bir buluta hapsetselerdi keşke beni. Duvarların sertliğine katlanmak zorunda kalmazdım belki.
Yapıları gökyüzüne inşa edilmiş, tek katlı evler görüyorumben. Teraslarda bahçe, ilkbahar mevsiminde. Su yürümüş dallarına ağaçların filizleri başlarını yere eğmişler. Sen ve annem ne güzel anlaşıyorsunuz orada. Çiçek yetiştiriyorsunuz rengârenk her çeşitten. Sarmaşık güller uzatıyorsunuz yeryüzünün beton yollarına; gölgelik yapsın diye alevlerin ucuna. Barış güvercinleri salmışsınız yukarıdan aşağıya. Hiçbir toprak parçasına sınır koyulmamış, parçalanmamış bir dünya. Ne güzel elleriniz var sizin, her yaraya merhem gibi yarayan elleriniz.
Sen temiz bir pınardan su içiyorsun sevgilim, yanında çocuklarımız. Sarışın, esmer, kumral ve buğday tenli çocuklar… Sayamadım bir düzine mi bir ordu mu? Her birini tutup tutup yıkıyorsun aynı suyun altında. İnci taneleri gibi alınlarında ışık parlıyor. Büyüyecekler zamanla, umut olacaklar duvarların ardında.
Annem süt sağıyor, okşuyor ineğin başını sonra. Karabaş’ın zincirini salıyor. Karabaş koşarak beni arıyor her yanda. Güneş değen bir yere uzanıyor ve beni görür gibi bakıyor gözlerimin doğrusuna. Sanırım onu gördüğümü seziyor. Sadakatinden bir şey kaybetmemiş. Ne güzel! Ne güzel bakıyor insanca!
Orada neden hiçbir ses duymuyorum ama? Ne bir motor sesi, ne bir korna, ne de bir telefon… Gürültülerden mi duymuyorduk yoksa biz birbirimizi? Sakın antenlerle süslemeyin ha, o gökyüzünün evlerini! Mümkünse köşesiz olsun ve mutlaka geniş pencereli. Çocuklarımıza verilsin bütün dünya. Yeryüzü, onların “ters ağaç evi” olsun. Geçmesin özgürlüğün ortasından hiçbir tekerlek izi.