Ahmet Agah Bey o gün okuldan içeri girerken anlamıştı, bugün bir şeyler ters gidiyordu. Koridorda kendini gören öğrenciler yüzüne uzun uzun bakıyor, kendi aralarında fısıldaşıyor ve kaçamak bakışlarla onu süzmeye devam ediyorlardı. Geçtiği koridorlarda konuşmalar o kadar ayyuka çıkmıştı ki bir ara kulak kabarttı. Ergenliğe yeni girmiş tok sesli bir öğrenci, arkadaşına meseleyi anlatırken, O ancak son cümleyi duyabildi. “ Ya işte öyle, adamın gözünün içine baka baka üstelik…” Bu cümleye bir anlam verememişti doğrusu. Arkasına dönüp dönmemek arasında küçük bir ikilem geçirse de öğretmenler odasına doğru yürümeye devam etti. Odadan içeri girdiğinde öğretmen arkadaşları yine her zamanki sohbetlerindeydiler. Birkaçı ders notları ile ilgilenirken kıdemli olan öğretmenlerden biri dolabını düzenlemekle meşguldü. Dışarıdaki hava henüz öğretmenler odasına sirayet etmemişti ya da herkes olan biteni biliyordu ama öğrenciler gibi dile getirmek öğretmenlik mesleğinin etiğinde olmadığı için kimsenin sesi çıkmıyordu. Bir süre oturduğu koltukta hiçbir şey yapmadan bekledi. Bir müddet -yazarlık yönünün ağır basmasından olacak- öğretmen arkadaşlarını izledi. Ama değişen bir şey yoktu. Herkes işinde gücündeydi.
Ders zili çaldığında en çekindiği sınıfa doğru ilerlerken ayakları gerisin geriye gidiyordu. Bir edebiyat öğretmeni için en sıkıntılı sınıflardan biriydi bu sınıf. Öğrencileri çok yetenekliydi ve özellikle kompozisyon ve anlatım dersinde çok şiddetli tartışmalar çıkabiliyordu sınıfta. Özellikle Fazıl isimli öğrenci her konuda iğneleyici ifadelerle hem kendisini hem de sınıf arkadaşlarını çok müşkül durumda bırakabiliyordu. Nihayet sınıf kapısından içeri girdiğinde öğrenciler alışageldiği üzere ayağa kalktılar. Kürsüye doğru yönelirken aklı bir şeylere takılı kalmış bir ifade ile istemsizce eli ile oturun işareti yaptı. Konu Tasavvuf Edebiyatı ve özelde Yunus Emre Divanıydı. Dersin ilerleyen dakikalarında söyleyeceği birkaç cümleyi unuttu. Zaten ders boyunca kendine kinayeli bir şekilde bakan öğrenciler bu durumu da gözden kaçırmamışlardı. Orta sıranın ortasında oturan Fazıl bir ara parmak kaldırıp söz hakkı istedi. O anda gardını almış bir savaşçının teslimiyetiyle Fazıl’a konuşması için söz hakkı verdi. Tabi bu geçen kısa süre içerisinde “Dur bakalım, yine ne ile karşılaşacağım?” sorusu aklının bir tarafında duruyordu.
Fazıl yine rahat ve özgüvenli bir ifadeyle ayağa kalktı. “Hocam biraz ders dışı olacak ama sizi bugün çok bitkin ve tükenmiş bir halde görmek bizi üzdü. Bir de okul çalkalanıyor, bazı arkadaşlar sizin teessürünüzden, aşk acısından kibrit suyu içtiğinizi, intihara kalkıştığınızı söylüyorlar.” Ahmet Agah Bey bu cümleden sonra beyninden vurulmuş gibi oldu. Kendini toplamaya çalışarak “Yok evladım öyle bir şey, nerden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri de bilmiyorum doğrusu.” dedikten sonra derse kaldığı yerden devam etti. Fakat bu kaçamak cevap öğrencileri tatmin etmemiş olmakla beraber hepsinin merakını da arttırmıştı. Ders bitişinde Fazıl’ın yanına gelmesini istedi. Ona göre bu olay bir hal hatır sorma değil, düpedüz kinayeli bir alaydı. Ve üstelik sınıfın önünde cereyan etmişti. O gün Fazıl’ın bir sonraki durağı disiplin kurulu olmuştu.
Akşam ders bitiminde yanına bir öğrencisi geldi. Bu genç adam daha şimdiden yazdığı nesirler ve şiirlerle ileride çok büyük bir yazar olacağının belirtilerini göstermeye başlamıştı. Ahmet Agah Bey bu gençle yakından alakadar olurken ayrıca ona tatil ve hafta sonu günlerinde özel yazı eğitimi de veriyordu. Bu vesile ile delikanlının ailesi ile de tanışıktı. Genç adam biraz çekingen fakat kararlı bir ifade ile “Hocam bundan sonra özel ders yapmak istemiyorum bana bu kadarı yeterli. Zaten yazar olacak bir istidadım da yok.” Genç adam kararını gayet net anlatmıştı. Ahmet Agah Bey bir an duraksadı ve tüm olup bitenlerin sebebini bulduğunun farkına vardı. Sadece “Tamam evladım.” dedi. Konuyu ve öğrencisinin bu tavrını hiç üstelemedi. Delikanlı hocasının ne söyleyeceğini beklemeden oradan ayrıldı.
Ahmet Agah Bey okuldan çıkıp evine giden dik yokuşu tırmanırken akşam ışıklarının dans ettiği bir İstanbul karşıladı kendini. Her defasında bu yokuşu çıkarken nefes nefese kalırdı. “Yaşlanıyorum galiba.” diye geçirdi içinden. Bu dik rampaya inat aşağı düşecekmiş gibi duran, her zaman alışveriş yaptığı bakkala doğru yöneldi. Daha ağzını açmadan bakkalın sahibi bir şişe süt ve bir ekmek verdi. Bakkalı başıyla selamladı, teşekkür eder gibi. Aldıklarının parasını ödemek için elini montunun iç cebine attı. Parayı uzattı. Tam bakkaldan çıkacakken bakkalın küçük oğlu arkasından seslendi. “Ahmet Bey amca cebinizden kağıt düştü.” Yavaş bir hareketle yere doğru eğilip kağıdı aldı. Teşekkür ederek bakkaldan çıktı. Anlam veremediği bu kağıt parçasında ne yazdığını merak ederek sokak lambasının altına doğru ilerledi. Kağıtta yazan cümleyi okuyunca gözleri fal taşı gibi açıldı. Okul çıkışında yanına gelen kararlı genç yine aynı kararlı ifadeyle öğretmenine, yazı hocasına sesleniyordu. Ahmet Agah Bey yani herkesin bildiği isimle Yahya Kemal Beyatlı öğrencisi Nazım Hikmet’in cümlelerini tane tane okudu. “Hocam olarak girdiğiniz evime babam olarak giremeyeceksiniz.” Evet okulda çalkalanıp duran meselenin ne olduğunu o anda çözmüştü Yahya Kemal. Nazım’ın annesi Celile Hanım ile olan gönül ilişkisi ilk darbeyi bu şekilde yemiş oluyordu. Yahya Kemal notu okuduğu o gün artık bir yol ayrımından olmanın can acısıyla üzerinde çokça düşündüğü bu aşktan, elâ gözlü dişi parsından vazgeçti. Kısa bir süre sonra Darüşşafaka İdadisi’ni, sivri dilli öğrencileri Necip Fazıl‘ı, Nazım Hikmet’i, kederli bir kadını yani Celile Hanım’ı gerisinde bırakarak “Sessiz Gemisi” nin güvertesinde hayatı boyunca bitmeyecek yalnızlığı ile uzun bir yolculuğa çıktı.
*Yahya Kemal Beyatlı’nın “Telakki” adlı şiirinden