Pazar sabahı saat on gibi kardeşimle televizyonun karşısına geçmiş hayranlıkla; trenli, banka soygunlu, posta arabalı, düellolu bir kovboy filmi seyrediyorduk. Mahalle sütçümüz Ahmet amcanın, Skoda pikabının megafonundan yükselen, “ssüüüüüütçççiiiiiiieeeeee!, süeeet!” sesinin duyulmasıyla birlikte annemin, “Aman Şaban’ım koş!, sütçüyü kaçırmayalım, haber ver, ben tencereyi alıp hemen geliyorum!” demesiyle birlikte, istemeyerek de olsa yerimden fırlamış, koşarak Sütçü Ahmet amcanın, arkası açık, kasalı pikabının yanına gelmiştim. Ahmet amca saçtan yapılma büyük süt güğümlerinden birini alıyor, onu dizine dayıyor, diğer elindeki daha küçük kulplu litrelik kabına sütü aktarıp, sırada bekleyen teyzelerin tek tek tencerelerine dolduruyordu. Parası olanlardan para alıyor, parası olmayanları ise, sağ kulağının üzerine sıkıştırdığı kurşun kalemini eline alıp borç defterine kaydediyordu. Çok geçmeden annem de elinde kocaman bir tencereyle geldi, beş litre süt aldı. Anlaşılan bu günevde bizi sütlaç ziyafeti bekliyordu. Mahalle arkadaşlarım Selman, Sabri, Ayhan ve ben arabanın hemen kenarındaki kaldırıma oturmuş bir an önce sütçünün işinin bitmesini bekliyorduk. Bizim için en haz verici eğlencelerden biri de Sütçü Ahmet amcanın pikabıhareket etmeye başlayınca çaktırmadan açık kasasına atlayıp o bizi fark edip duruncaya kadar ayaklarımızı sarkıtıp seyir keyfi yapmaktı. Bizi fark ettiğini anladığımız anda araçtan atlıyor, aracı durdurup bize bağırıp çağırdığında ise çoktan ortadan kaybolmuş oluyorduk. Bu gün dearaç hareket etmeye başladığı anda çaktırmadan tek tek kasaya atladık. Ayaklarımız sarkık ilerliyorduk. Ahmet amca her zamankinden farklı olarak bu sefer aracın hızını gittikçe arttırmaya başladı. Diğer arkadaşlarım araç tam hızlanmaya başladığı anda telaşlanıp hemenkendilerini aşağı attılar, ben panik yapmış, korkudan atlayamamıştım. Araç hızlanarakilerliyordu. Fakat bir şekilde araçtan inmeliydim. Yoksa Ahmet amcanın hışmına uğramam kaçınılmazdı. Kasanın kenarından tutunarak, korku içerisinde yavaşça ayaklarımı bıraktım, dizlerim asfalt üzerinde sürünüyordu, dizlerimin daha fazla zarar görmemesi için bir an önce kendimi bırakmalıydım ve ellerimi bıraktım, yere yapışmıştım. Yerimden doğrulup kalktığımda Ahmet amcanın da hemen önümde aracını durdurduğunu gördüm. Araçtan inip bana doğru öfkeli bir ses tonuyla, “Eşşoğlu eşekler, bir daha bindiğinizi görürsem bacaklarınızı kırarım sizin…” şeklinde hakaretler savururken kaçmaya başladım. Az sonra kapımızın önüne gelmiştim. Pantolonumun dizleri yırtılmış, diz kapaklarım kan revan içerisinde kalmıştı. Annem bir iki azarladı, sonra da dizimi bir güzel temizleyip kara merhemi sürüp sardı. O gün öğleden sonra dışarıda tam uçurtmalık bir rüzgar çıktı. Kardeşimle kağıttan şeytaniko uçurtma yapıp evimizin üstünde uçurmaya karar verdik. Kısa sürede hazırlamış olduğumuz uçurtmalarımızı alıp evimizin üstüne çıktık. Rüzgar püfür püfür esiyor, elektrik tellerini uğuldatıyordu. İkimizde ince naylon iplerimizi makaradan yavaş yavaş bırakmaya başladık. Uçurtmalarımız rüzgarın da gücüyle bir sağa bir sola adeta dans edercesine yükseliyor, göğün bağrında salınıp duruyorlardı. Onların gökyüzünde ki dansını seyretmek bizlere tarifsiz bir haz veriyor, yüzlerimizden renkli tebessüm hiç eksik olmuyordu. Bir ara kardeşimin uçurtmasını göremedim, sesi de hiç çıkmıyordu. Arkamı dönüp baktığımda arkamda olmadığını fark ettim. İçimden tedirgin bir şekilde, “Allah Allah! birden bire nereye kayboldu şimdi Hamdi!” dedim. Hemen etrafıma bakınmaya başladım. Tavana çıkan merdiven boşluğuna baktığımda kardeşimi merdiven sahanlığına yüzükoyun uzanmış, ağzından hafif kan gelmiş bir şekilde gördüm. Muhtemelen uçurtmayı uçururken geri geri gelmiş ve merdiven boşluğuna düşmüştü. Telaşla elimdeki uçurtmayı bırakıp yıldırım gibi koşarak merdivenden aşağı indim. Hamdi’nin başında avazım çıktığı kadar, “Baba!, baba!, Hamdi tavandan düştü, yetişin! yetişin! kardeşim ölüyor!…” diye haykırmaya başladım. Sesimi duyan evdeki herkes kardeşimin başına üşüştü. Babam hemen kardeşimi kucağına aldı. Hızla merdivenlerden tırmanıp yola çıktı. Allah denk getirecek ya, belediye otobüsü de tam denk geldi ve kardeşimi hastaneye götürdü. Arkasından annem ve abilerim de hastaneye gittiler. Evde ablam, Ali abim ve ben hüzünlü bir şekilde kardeşimden gelecek haberi bekliyorduk. Akşam dokuz gibi babam ve abilerim geldiler. Annem kardeşimin yanında refakatçi olarak kalmıştı. Kardeşim birkaç gün travma ve iç kanama şüphesiyle gözlem altında tutulacaktı. Dört gün sonra kardeşimi taburcu ettiler. O şen şakrak, gülen kardeşimden hiçbir eser kalmamıştı. O güzel gözleriyle etrafa anlamsız ve boş bir şekilde bakıyordu.Kendisini ne kadar konuşturmaya çalışsam da başaramamıştım. Hiçbir soruma cevap vermiyordu. Adeta bilinci kapalı gibiydi. Bir ara üzerimizde gezinen o dalgın ve parıltısız bakışlarını tavana dikti ve öylece kalakaldı. Hemen babama seslenerek; “Baba kardeşime bir şeyler oluyor, bayıldı herhalde” dedim. Babam bir iki dokundu, kardeşim hiçbir tepki vermiyordu. Kardeşimi tekrar kucaklayıp hastaneye götürdüler. Gece on gibi geldiler. Doktor ara ara bu şekilde bayılmalar olabileceğini, panik yapmamamız gerektiğini, bol bol istirahat etmesi gerektiğini söylemişti. Gün geçtikçe kardeşim iyileşmeye, eski neşesine kavuşmaya başlamıştı.