Sefalet içerisinde geçen bir ömre “ömür” demek kolay değildi. İşte tam burada, masalların çocukları korkutmak için anlatıldığı, daha on yaşına gelindiğinde bile oyun oynamanın yanlış görüldüğü, Tanrı’nın insanlara bakmayı reddettiği bu yerde, “alt sınıf” lakabı yayılmış ve bu lakap, burada yaşayan gencinden yaşlısına tüm insanların sırtında bir leke olarak kalmıştı. İşte tam bu sırada, hikaye değişmekte, gün doğmakta ve kader yüzümüze gülmekteydi. Bu hiçliğin çukurunda, yaşamın bir mücadele olduğu bu topraklarda, diğerlerinden pek farkı olmayan bir hurdacı vardı.  

 

İnsanın içini ürperten keskin bakışlara sahipti, güçlüydü ve bunu biliyordu. Kocaman vücudunun içinde, bedeninden belki de tabiattan daha büyük bir yüreğe sahipti. Akşamları belli saatlerde çocuklara anlattığı masallar sayesinde onların kahramanı, ailelerin kuşkuyla baktığı hastalıklı yaşlı bir adama dönüşmüştü hurdacı. Çocuklara hep farklı hikayeler anlatsa da vermek istediği mesaj hep aynıydı: “En iyi icatlar mezarlıklarda saklıdır. Tanrı, en günahkarları dahi cezalandırırken onların ellerinden potansiyellerini gerçekleştirme ihtimallerini almıştır. İnsana en zor gelen ceza, gerçekleşmeyen potansiyellerdir,” derdi. Bu mesaj hiç değişmezdi. Hurdacı, hastanelere gitmeyi sevmez, insanların çok olduğu yerlere adım atmazdı. Parasızlığın verdiği gücü kullanır, sinemalarda, tiyatrolarda, müzelerde hurda toplardı. Hurda bahanesiydi bu işin; o, şiirle giyinir, şiirle süslenirdi. Ve bu şiirle giyinişi onu dışarıdan evsiz gösterirdi. Bu görünüş onu görünmez kılar, böylece istediği yere usulca girerdi. Bu görünüm, onun şehirleri ve hatta ülkeleri gezmesine yardımcı oluyordu. “İnsanın yüreği nasılsa, çevresindeki insanlar da ona göre şekillenir,” derlerdi. O da buna inanır, çevresindeki insanları kendi yüreğinin tezahürü olarak görürdü. İşte tam da bu sebepten, fakir mahallesine anlamasalar da şiirler okur, hikayeler anlatırdı.

 

Hurdacı, kimsenin bakmayı bilmediği, sadece bazı insanların başarabildiği “karşındaki insanın fikirlerini görünür kılan bir bakışın” var olduğunu anlatırdı. Mahalleli artık onun iyice delirdiğini düşünüyordu. Ama oldukça yaşlı olmasından ötürü kimse ses çıkarmazdı. Sessiz, usulca arabasını alır, hurda toplar, yarısı çökmüş evine getirirdi. Ve her seferinde çocuklara okumaları için bir kitap getirirdi. Çocuklar hep heyecanla gider, kitabı görünce suratları asılır, üzülürlerdi. Ama en çok hurdacı üzülürdü. Yüreği burkulur, huzuru kaçardı. Bir gün çocuklardan biri hurdacıya:

 

“Belki de bize çikolata almalısındır,” dedi. Hurdacı gülümsedi, bu fikir aklına yatmıştı. O gün hurdalarını sattığında paranın çocuklara çikolata almak için yetersiz olduğunu fark etti. Şayet eğer yüreğe inen bıçak darbelerinin bir ismi olsaydı, o en çok buraya yakışırdı. Hurdacı bir tane çikolata alabildi ama aralarında bölüştürecekti. Tüm gün işini yaparken bir eliyle çikolataya baktı. Çikolatayı sevdi, gülümsedi; herkese, her şeye gülümsedi. O akşam için heyecanı onu yerinde zıplatıyordu. İçini kaplayan huzur tüm bedenini sardı. Kendi çocukluğunu düşlerken, zamanın bitişini bir türlü kavrayamadı. Gece olmuştu, artık eve gitme vaktiydi. Üstüne belki daha kalın bir palto almalıydı. Belki bu kadar heyecanlanmamalıydı. Belki Tanrı’ya yalvarmalıydı ama hiçbirini yapamadı. Soğuk beton bedenine değdiğinde, ölüm meleğinin kutsallığıyla titredi. Gözünden yaş süzülmedi. Yaşadığı hayat, cehennemin içinde cennet gibiydi onun için. Olur da “Neler yaşadın dünyada?” diyecek olurlarsa, hayatına sanatı, şiiri, varoluşu ve vicdanı sığdırdı. Ölüme her zaman kendini hazır tuttu ama cebindeki çikolata, gözlerinin dolmasına sebep oldu. Ölüm meleği onu dostunu selamlar gibi selamladı. Soğuk tüm bedenine nüfuz ettiğinde dahi çikolata hâlâ sıcaktı. Hurdacı, yaşadığı bu cennet ve cehennem arasındaki yere, dünyaya veda ederken gözlerinde Sokrates’in ışığı vardı. Bu tanıdık gözler şimdi sessizce şiire taparak, çocukluğun yüreğine inanarak, yarına olan umudu soğuk bedeninde yaşatmaya devam ederek kapanıyordu. Onun ölümünü seyretmek için dünya yavaşladı. Bulutlar gökte asılı kaldı ve toprak, onu içine almak için kendisine bir yer kazdı. Tüm evren onu izlerken ölüm meleği canını acısız, usulca aldı. Bu kırışıklıkların arasında tüm yaşam gizliydi; ölürken de masal anlatırken takındığı yüzü suratına yerleştirdi.

 

Sabahına, ölüm haberi tüm alt sınıfı hüzne boğmuştu. Büyük bir topluluk defin için gelmişti. Bu sadece bir ölünün gömülüşüydü; onlar çok ceset gömmüşlerdi ama şimdi her şey çok farklıydı. Toprak bile ilahiydi, sanki Tanrı yeryüzüne inmiş, eline bir çapayı almış ve sevdiği bir dostunu gözyaşları içinde defnetmek için oradaymış gibiydi. Sanki elini kimin omzuna atsalar Tanrı’yla karşılaşacak gibiydiler. Sessizlik bir melodi oluşturuyor, hiçbirinin daha önce duymadığı bir ses fısıltıyla şarkı söylüyor gibiydi. Gömülmeden önce cebinde bulunan o bir parça çikolata, cenaze evine gelen tüm çocuklara ufak ufak ısırttırılmıştı. Kalanı pakete geri konup mezarının yanına koyuldu. O gün, ilhamdan kesilen tüm şairlerin kapısını gün ışığı çaldı. O gün tüm şairler ilahi bir güçle bir cenazeyi yazdılar. O gün tüm evren sessizleşti. O gün insanlık, en değerli eşyalarını saklayıp kullanmak için toprağa gömdükleri gibi onu da gömdüler. Şayet insanlık gerçekse, o gece bir ölü, tüm insanlığın yolunu sessizce aydınlattı.

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Şamil Güler

Merhaba
Tebrik ederek başlamak istiyorum.
Özgün ve güzel ifadeler var. Basit gibi görünen bir olay güzel bir anlatım ile derinleşmiş ve anlam kazanmış.
Nazarlık olması için yazayım ; anlatım güzel olunca “Şayet eğer yüreğe inen bıçak…… ” cümlesindeki “şayet” ve “eğer” ifadelerinin yan yana kullanılması hemen dikkat çekiyor.
Özgün ve güzel yazılarınızın devamını okuyabilmek dileği ile…

Elvan Tibet

merhaba
insanın içini ısıtan bir sıcaklığı var öykünün
sanki o hurdacı hemen kapımın önünde beni bekliyor ve ben de çıkıp ona bir palto veriyorum