Ben, Isparta’nın gül, Siirt’in fıstık, Ordu’nun fındık, Antalya’nın portakal, mandalina, muz bahçelerinde, Çukurova’nın pamuk tarlasında çalışan ırgatım. Ben, yemeğiniz önünüze gelsin diye getir götür işinde kullanılan çocuğum. Lokantalarda yerleri süpüren, sanayide araba altlarına giren, marketlerden evlere alışveriş poşeti götürenim ben. Ben, lüks evlerde yaşayın diye tuğla, demir, çimento taşıyan küçük ellerin sahibiyim. Ben, soğuğa aldırmadan yalın ayaklarla sokaklarda mendil satan, araba camı temizleyen, arsızca dilendirilen çocuğum. Ben, kursağından bir şeyler geçsin diye çalışmak zorunda kalan küçük bir insanım. Benim şımarmak gibi bir lüksüm yoktur. Can sıkıntısı nedir bilmem. Boş kalamam ki canım sıkılsın. Öyle oyuncaklarım da yoktur benim. Bildiğim en iyi oyuncak beş altı yaşlarında yaptığım çamurdan insanlardı.
Yüzümde kalın, sevimsiz bir kabuk vardır benim; beni çabucak adam yapan, altında pembe, yumuşak tenim olduğunu gizleyen bir kabuk. Sevgisizliğin, ilgisizliğin kabuğu…Yüzümdeki bu kabuktan hepiniz sorumlusunuz. Aslında okulda, arkadaşlarımla olmam gereken yerde, soğuk bir sokakta ya da atölyede olmama izin veren, bana bakamayan devlet, anam, babam, gözü paradan başka hiçbir şey görmeyen zenginler, “Bu çocuğun yeri sokak değil, okul olmalı.” diyemeyen öğretmenim. Benim küçücük emeğimi ucuza getirip çalıştıran patronum: “Ben ona iş öğretiyorum. Para vermesem bile olur.” diyen suratsız, yüreksiz adam. Suçlusunuz hepiniz, yaşayamadığım çocukluğumdan siz sorumlusunuz.
Dünyanın adil bir yer olmadığını küçük yaşımda öğrendim ben. Bir gecekondu mahallesinde, kırk küsur yaşındaki bir kadının rahmine yerleştim bir gece. Senin dört tane çocuğun varsa bu zevkten mahrum olacaksın; kısırlaştıracaksın kendini. Ana, babaysan zar zor ekmek bulabiliyorsan, dünyaya getirdiğin çocuklara bakamayıp çalışmaya itiyorsan orada durup düşüneceksin! Hayat bu, hayat! Bir kez gelme hakkın var; tekrarı yok. Çocukluğunu, en güzel çağını yaşamasına imkân sağlayamayacaksan, getirmeyeceksin dünyaya. Allah rızkını verir, demeyeceksin. Bundan öncekilere vermemiş Allah’ın, beşinci çocuğunu paşalar gibi büyütmene izin vermeyeceğini fark edeceksin. Onun dünyaya getirme ve dünyadan alma dışında bir şeye karışmadığını bileceksin.
Sen, öğretmenim! İşinin sadece okuma, yazmayı öğretmek olmadığını bileceksin. Hayata dokunmakla ilgili öyle süslü püslü laflar etmeyeceksin. Gerçekten dokunacaksın. Sokakta olmamam gerektiğini öğreteceksin anama, babama. Eğiteceksin onları. Gerçek ana, babalığın çok çocuk sahibi olmaktan geçmediğini anlatacaksın.
Sen, devlet yönetenim! Bir çocuğun kılına zarar geldiğinde rahat uyumayacaksın. Benim, ülkenin geleceği olduğumu göreceksin. Geleceğini, yaşamak için sokakta çalışmak zorunda kalan çocuğunun eline bırakmayacaksın. Yaşatacaksın ki sen de yaşayasın. Yok sayılan, üzerine toprak atılan çocuk ölülerden gerçek bir halk çıkmayacağını bileceksin. Bu yüzden yatırımını çocuklara yapacaksın. Çocuğuna sahip çıkamazsan yemeden içmeden kesileceksin. Öyle rahat uyuyamayacaksın. Sen uyursan herkesin uyuyacağını; sen görmesen hiç kimsenin görmeyeceğini bileceksin.
Sen, zengin adam! İş öğretiyorum kisvesine bürünerek küçücük bedenimin emeğini iç etmeyeceksin. O emeğin hazımsızlık yapacağını bileceksin. Beş kuruş fazla kazanacağım diye kör olmayacaksın öyle. Gözün paradan başka şeyler görecek: Emek görecek, hak görecek, adalet görecek, paylaşım görecek… Elinde puronla, pahalı otomobilinle gövde gösterisi yapmayacaksın. Mütevazı olacaksın ve merkezine emeğe saygıyı koyacaksın.
On yaşımı bitirmiştim. On birinci yaşıma gireli beş gün olmuştu. Para biriktirmiştim üç beş kuruş. Hayalimdi bir bisiklet almak. Öyle yeni, gıcır gıcır bir bisiklet alamazdım. Yetmezdi param. Eski püskü bir bisiklet alabilsem yeterdi bana. İşe gidip gelirken atlayacaktım bisikletimin üzerine. Hafifçe esen ılık bir rüzgâr yüzümdeki esmer, kavruk kabuğu geçip pembe tenime değecekti, üşütmeyecekti. Tişörtümün arkasını balon gibi şişirecekti. Gıcırdayan pedalları çevirirken mutluluktan ölecektim. Bizim mahalledeki Mahmut ağabeyle konuşmuştum. Satacaktı bisikletini bana. “Kimseye verme sakın! İki haftalığım kaldı parayı denkleştirmek için.” demiştim ona. İşten dönerken evimize çıkan yokuşu bisikletimle çıkacaktım. Yorgunluğuma, yokuşun yorgunluğu eklenmeyecekti artık. Benden küçük iki kız kardeşime koca bir paket bisküvi alacaktım. Takacaktım poşeti gidona. Yorulmayacaktım yokuşu çıkarken. Poşeti arkama saklayıp “Bakın, size ne getirdim?” diyecektim. Heyecanlandıracaktım onları. “Çay yap, ana!” diyecektim. Çorbamızı içtikten sonra çayımıza bisküviyi batırıp yiyecektik. Sonra ben uyuyakalacaktım oracıkta. Anam üstümü örtecekti yırtık keçe battaniyeyle ve ben derin, depderin bir uykuya teslim edecektim küçük bedenimi. Rüyamda bisikletimi bulutların üzerinde sürecektim. Gökyüzü masmavi olacaktı. Güneş gülen yüzüyle beni ısıtacaktı. Sıska kollarım, çatlayan ellerim, çıplak ayaklarım sıcacık olacaktı. Ben, aşağıdan beni seyretmekte olan çocuklara el sallayacaktım gülerek.
Kaportacı çırağıydım. Ustam rahat görebilsin diye seyyar lamba kullanıyordu. İşi bitince “Akif, şu lambayı sar da kaldır.” dedi. Çocuğum ben ya, çocuk! Nereden bilebilirdim ki kabloyu sarmadan önce fişten çekmek gerektiğini. Akşam saati, yoruldu küçük bedenim. Bir an önce evime gitmek istiyorum. Kabloyu hızlıca toparlamaya başladım ki avucumun içinde şiddetli bir acı hissettim; sonrasında tüm vücudumu saran büyük bir titreşim. Meğer kablonun plastiği erimiş. En son bir küt sesi duydum: Elektrik akımına daha fazla dayanamayan bedenimin yere çakılma sesini. Gerisi yok!
Ben Akif. On bir yaşındaki ölü çocuk Akif. Hepinizin bana bir yaşam borcu var; Tanrı’nın bile…
Tebrik ederim. Kaleminize sağlık.
Öyküyü bir solukta okudum, daha önce de öykülerinizi okumuştum , nedense öykülerinizde hep kendimden ve kendimizden bir parça, bir duygu buluyorum. Yüreğinize sağlık❗️❗️❗️