Bütün sokak adamlarına…

 

      Merhamet, sevgiyle birleştiğinde şefkati doğurur. Onun için şefkat, acımanın da sevmenin de ötesinde bir duygudur. Öylesine yalın, derinden; alabildiğine samimi, kalpten… Bu ihtiyar tartıcıya duyduğum şefkat gibi…

 

      Kimdi? Ne yapardı? İlk ne zaman görmüştüm? Cevapları veremem, hafızam zayıftır. Ancak bildiğim bir şey varsa o da bu adamcağızın yüzündeki saflıktır. Kötülükten, yapmacıklıktan uzak; masum bir bebeğin hayatındaki ilk gülüşüne benzer tatlı bir sıcaklık yayılıyordu bu adamdan bana.

 

        Öğrenciyim. Üniversitem Göztepe’de. İstanbul’da ulaşım demek benim için tren demektir. Banliyö trenleri kirli, bakımsız, ucuz ve renksizdir. Bu yüzden insanları da ilk bakışta böyle görünür. Ancak şu bir gerçektir ki her insan görünüşünün dışında bir gerçeği saklar, her insan kendi içinde gizemli bir dünyadır. Hayatın basit, sıradan tekdüzeliği içinde herkes gibi… Belki de tıpkı bu kantarcı gibi…

 

     Tren bilmem kaçıncı istasyonda durdu. Hadi adı Kartal olsun. Aceleci adımlarla yorgun ve gergin insanların arasından geçerek istasyonun karşısına geçtim. Tam karşıda ucuz ve haliyle sıradan bir kebapçı vardı. Asıl anlatacağım kantarcının, kebapçının camekânının arka tarafında olduğudur. Tezgâhını her gün oraya açardı. Yaz kış, yağmur çamur, soğuk nedir bilmezdi. Hep ama hep orada; çoğu zaman ayakta… Beni de en çok üzen bu olmuştur. Ayakta!..

 

      Kebapçı, gideceğim yolun üstündeydi. Oradan her geçişimde görürdüm onu. Başında gri bir spor şapkası vardı. Bu şapkanın rengi mi griydi yoksa eskidiğinden mi bu rengi almıştı belli değildi. Elleri soğuktan ve yaşlılıktan küçülmüştü. Suyu çekilmişti ellerinin. Buna rağmen ellerini o yırtık ama tertemiz buruşuk paltosuna soktuğunu hiç görmedim. Sanki üşümekten zevk alıyor gibiydi. Gözleri hep kısık, hep küçük, birer Gemlik zeytini tadında… Burnu kırmızı bir erik… Ağzı o eriğin acınası ince dalı… Anladım ki o üzüntü veren tatlı ama ekşimtırak bir meyveydi. Ve onu her gördüğümde yüzümü şefkatten ekşitmemin sebebi bu olsa gerek…

 

     İskemlesine otururdu bazen süklüm püklüm değil ama. Dimdik ve hayata her zaman gülümseyerek bakan o fakir insanlara özgü bir kirli inatla. Umutsuzluğu kirleten bir inat…

 

        O yolu her çıkışımda kaçamak bir bakış fırlatırdım ona. Bazen göz göze gelirdik. Ama o hiç kaçırmadı gözlerini. Durduğu yerin önüne kantarını koymuştu. Sonradan birkaç paket kâğıt mendil de koydu, yara bandı falan. Belli ki işleri iyi gitmiyordu. Hep düşünürdüm. Yoldan gelip geçenlerin hepsi tartılsa bile bu adamcağızın karnı doyar mı? O selpakları satsa ne hayır gelir? Ve yağmurda herkes hızlı hızlı evlerine koşarken bu yalnız tartıcı ne yapar? Hep düşündüm, hep… Ama bir kere bile onunla konuşmadım. Ne ondan bir selpak aldım, ne de tartıldım. Nedenini bilemem. Belki de kaçırdım gözlerimi hep ondan ama o hiç kaçırmadı, bilemem…

 

       Kim bilir… Belki de gitsem yanına, ona duyduğum şefkat sırıtırdı. O da ona acıdığımı düşünür, yaralanırdı belki. Çünkü sezmiştim ince gururunu… Hissetmiştim o çaresiz yaşama inadını… Çünkü onun için çok fazla şey yapamazdım, onu böyle çekingence düşünmekten başka… Dedim ya öğrenciydim ben, ben de çok iyi durumda sayılmazdım. Ancak dua edebilirdim ona. Öyle de yaptım, bazı geceler dua ettim onun için ve biri görsün istedim çaresizliğini, biri çıkıp bu adamın dünyasının kantarı ve selpakları olduğunu görsün diye dua etim. Bu adamın gözlerindeki kısık, masum ve büyülü sıcaklık fark edilsin istedim. Çünkü ben bu adamı tanımadan sevdim, merhamet duydum ona. Bu hislerimin genel adı şefkatti…

 

           Geçen gün okuldan dönüyordum. O yol üstüne geldiğimde her zamanki alışkanlıkla kebapçının tarafa baktım. Fakat bu sefer yerinde yoktu ihtiyar. Durdum, biraz bekledim gelir diye ama gelmedi…

 

           Yarın, ertesi gün, daha ertesi… Yok. Gelmiyordu. Utangaçlığımdan çekiniyor, kimseye de soramıyordum ne olduğunu. Derken son bir cesaretle karşıdaki kasetçiye girdim. İçerden keskin bir arabesk parçası dışarı doğru acıklıca yayılıyordu. “Şeyy, pardon bakar mısınız?” diyecek oldum. Sesimdeki korkaklık beni utandırıyordu ama bu sefer merakım ve duyduğum endişe, mahcubiyetime karşı galip gelmişti. “Karşıda bi amca vardı, kantarcı amcayı diyorum, hep burda olurdu da, gördünüz mü acaba?” Kasetçinin arkası dönüktü ve bir kaset arıyordu raflarda. Baştan sesini çıkarmadı sonra “Niye arıyorsun genç?” dedi. “Bir yakının falan mı?” Yakın neydi? Birini önemsemek, sevmek sebepsizce, şefkat duymak için ille de yakını mı olmak gerekirdi? Tabi, bunları diyemezdim. “Yok abi,” diyerek ekledim, “ben sadece merakımdan soruyorum. Bu yoldan her geçişimde görürdüm onu. Hep burda duruyordu da… İyi bi amcaya benziyordu, ondan soruyorum abi. Günlerdir görmüyorum. Taşındı falan herhâlde diye düşündüm ama…”

 

                  Adam garip ama umursamaz bir bakış fırlattı. Ama bu sefer gözlerimi kaçırmadım ve utanmadım. “Valla koçum,” dedi, “Mehmet amcayı biz de severdik.” Demek adı buydu. “Kendi halinde sessiz pussuz bi adamdı. Geceleri kantarını koyduğu yere battaniye sarıp uyurdu, çok soğuk havalarda bizim köşedeki kahvehanede yatardı, kimi kimsesi yoktu o yüzden sordum sana. Çünkü daha önce soran olmamıştı. Neyse, Mehmet abi sokak adamıydı yani, öyle masrafsız bi adamdı, kebapçının müşterilerden kalanları verdiği olurdu bazen, onu bile istemezdi, simidi çok severdi Mehmet abi, bir simitle bütün günü geçirirdi. Üstünde de hep o kıyafet. Yardım edelim dedik, esnaf para toplayacak oldu. Kabul etmedi, ısrar ettik, küstü bize. Çok konuşkan da sayılmazdı zaten.” O sırada havalı yeni yetme bir kız girdi içeri. Her gün ayrık otu gibi onlarcası çıkan bir popçunun kasetini soruyordu. Kasetçi bana bekle biraz der gibi bir işaret yapıp kızla ilgilenmeye başladı. Sanki kasetçi bu ihtiyarı soruşumdan etkilenmişti. Demek ki merhamet bile bulaşıcı olabiliyor. Tekrar konuşmaya başladı “Yaklaşık bir haftadır uğramayınca merak ettim diyorsun, merak etme delikanlı, kurtuldu o nihayet!” dedi. Afalladım birden ve “Ne kurtulması?” diyecek oldum. Yutkundu kasetçi ve hafifçe kulağıma eğilerek tek bir söz söyledi. İçeriden dışarıya acıklı bir arabesk parçası yayılıyordu. “Öldü, o!” dedi, “Öldü…”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: