- Olivia / Güneş
Güneş, bahçesindeki çiçekler için doğmuştu sanki bu sabah. Bir kış günü anca bu kadar sıcak olabilir diye düşünürken bir yandan da çocuklarıyla konuşmayı ihmal etmiyordu. Onların topraklarını eşelerken, kendi çocukluğunun geçtiği toprakların binlerce kilometre uzakta olduğunu anımsadı. Ürperdi. Toprak aynı topraktı aslında, güneş aynı güneş. Sadece çiçekler faklıydı. Çocukluğunun bahçesinde annesi zambaklar yetiştirirken kendisi rengârenk güller büyütüyordu.
Kafasını kaldırdı, gözlerini kapattı; yüzünü güneşle yıkıyor gibiydi. Sarı uzun saçları daha da parlamıştı sanki.
“Sahi, yabancı bir ülkede mi mülteci olurdu insan yoksa kendi evinde mi tutsak? Bir ormanda mı özgür olurdu bir çiçek yoksa bahçesinde mi mutlu?”
- Mesut / Ay
Sobayı yaktığı için annesine tam söylenmeye başlamıştı ki sobada pişmekte olan kahvenin kokusunu alınca sustu. Utandı. Akşamdan kalma olmasaydı bu kadar suratsız olmazdı. Kahvesini aldı, pofuduk terliklerini giyip hızlıca kendisini kapının önüne attı. İlk yudumunu almasıyla yabancı -ama bir o kadar da tanıdık- bir sesin Rusça bir şarkı mırıldandığını duydu. Olivia’ydı bu. Şarkının melodisine bakılırsa çiçekleriyle ilgilendiği belliydi. Suratsızlığı bir anda yok olmuş, yerini yüzündeki kırışıklıkları iyice belli eden içten bir gülümseme almıştı.
“Neden yanı başındaki bir yabancının kucaklayışı, uzaklarda yaşayan kardeşinden daha dostane gelirdi insana? Kim eldi (!) bu saatten sonra, kim insan?”
- Anne / Dünya
Kendi kahvesini çay bardağına doldurup suyunu da yanına aldı. Fincanı oldu olası sevememişti. Sobanın yanına ilişti. Mesut’un da kahvesini alıp dışarı çıkışını izledi. Ses etmedi. Sabaha karşı gelmişti oğlu. O gelene kadar uyumamıştı ama kızar diye de kalkmamıştı yatağından. Uyumazdı. Geceleri dışarı çıkmamasını, alkol almamasını ve o işi yapmamasını her gün söylerdi oğluna ama bilirdi ki başka çaresi de yoktu Mesut’unun. Abisi sahip çıkmamıştı, gerçi aileden kimse sahip çıkmamıştı. Kadın gibi giyinmesine, konuşmasına, kendi gibi olmasına hep karşı çıkmışlardı. Kabullenmemişlerdi. Şu urus gelin kadar bile olamamışlardı.
Yıllardır oğlunu bu kadar mutlu görmemişti. Sırf ikisi rahat etsin diye yanlarına bile gitmezdi. Sadece oğlu evde olmadığı zamanlarda arada selamlaşırlardı mahpus gelinle. Ona da acıyordu. Kim bilir ne hayallerle gelmişti. Sadece evinin önünden gökyüzünü görebileceğini bilse gelir miydi ki?
Hangisi daha bahtsız acaba diye sordu kendi kendine.
“Evrenin en uzak köşesine fırlatılan Güneş, çeker miydi yalnız bırakılan Ay’ı da yanına?”
Yavaşça yerinden kalkıp kapıya doğru yürüdü. Sohbet eden iki bahtsız insana baktı, ikisinin de yüzünde açan gülleri gördü.
Dünyanın bu yerinde, bu saatinde, bu yaşlı kadına huzur veren o bahtiyar gülleri…
Keyifle okudum, emeğinize sağlık..
Nefes almadan okudum, kutluyorum yüreğine sağlık, çok beğendim.
Eline yüreğine kalemine sağlık 🙏🙏
Hüzünlü bir mutluluk hikayesi :-))
Güllerle gülen insanın, gül yaşıyla ıslanırcasına okudum. Gül yaşınıza sağlık.