Yeryüzünde ilk defa bir köy var olmuş. İlk defa insanlar belli bir alanda birlikte yaşıyorlarmış. Kim nereden gelmiş? Ne zamandır birlikteymiş bu insanlar bu köyde? Bu soruların cevaplarını kimse bilmiyormuş. Toprağın bir tarafı yemyeşil, bereketli, can fışkırır imiş. Bir tarafı yanmış, kurumuş, zaman durmuş gibiymiş. Hatta tertemiz, mavi-yeşil, berrak Solo Gölü’nün ortasında bile ufacık bir silindir alan çamurlu çamurlu durmaktaymış. Asla temizlenmez, asla yok olmazmış. Mümkün olması akıllara sığmayan bir coğrafi şekil köyün en güzel yerinde öylece dururmuş hep. Hava da hep kapalıymış bu köyde. Köylüler hayatları boyunca güneş görmemişler deseler yeriymiş. Nadiren parçalı bulutlu olurmuş hava da birazcık güneş kırıntısı vururmuş köye.
İnsanlar da ilginçmiş bir bakıma bu köyde. Sadece çalışırlar, yapmaları gereken her ne ise onunla ilgilenirlermiş. Kimi sadece tarlada çalışır, kimi sadece çocuklara bakar, kimi sadece yemek yapar ve kimi de sadece köyün ve köydeki evlerin temizlik işleriyle uğraşırmış. Hastalarla ilgilenenler, öğretmenlik yapanlar… Herkesin bir görevi varmış kısacası. Birbirleriyle konuşmazlar, kendi kendilerine bile konuşmazlarmış. Sadece çocuklar birbirleriyle konuşurmuş. O da okul çağına gelene kadar! Okul çağına gelince köyün okuluna giderler ve köyün çocuklarını okutmakla yükümlü kişiler tarafından teslim alındıktan sonra onlar da susmaya başlarmış. Sadece derslerde öğretmenler soru sordukça konuşurlarmış. Teneffüslerde bile konuşmazlarmış çünkü konuşacak vakit bile yokmuş. Bazı öğrenciler tahtaları silmekle, bazı öğrenciler öğretmenlere çay/kahve servisi yapmakla görevliymiş. Kısacası, her öğrencinin de bir görevi varmış.
Çocuklar eve dönünce de kurallar değişmezmiş. Yemekler yenir, banyolar yapılır sonra ödev faslına geçilirmiş. Nihayetinde herkes uykuya yatarmış. Bu köyde büyük bir sakinlik ve tıkır tıkır işleyen bir düzen hâkimmiş.
Tek bir istisna dışında… Duygu Kadın. Köyün en güzel yeri Solo Gölü’nün hemen dibindeki küçük bir kulübede yaşarmış Duygu Kadın. Ancak, diğer insanlardan farklıymış bir hayli. Bir kere, yüzünü gören hiç olmamış Duygu Kadın’ın. Evinde hiç ışık yanmazmış çünkü söylentiye göre gözleri görmezmiş. Kaç yaşında olduğunu kimse bilmezmiş. Herkes gibi ne zamandır o köyde olduğu büyük bir muammaymış. Kapısı, penceresi hep açıkmış ama içerisi zifiri karanlık olduğu için kimse göremezmiş Duygu Kadın’ı. O da hiç dışarı çıkmazmış zaten.
Köyde her gün hayat sakin bir düzen içerisinde ilerken elbette arada sırada beklenmedik olaylar gelişirmiş. Beklenmedik de değil aslında. Hayatın olağan akışında gerçekleşen ölümler, doğumlar, hastalıklar…
Bu tip durumlarda olay kimin başına geldiyse o kişi ne yapacağını bilemez, tepkisiz bir şekilde yerinde kalakalırmış. Bir süre sonra içindeki sevinç ya da sıkıntı bedenini patlatıp taşacak hale geldiğinde soluğu Duygu Kadın’ın yanında alırmış. Duygu Kadın, kişi gelir gelmez pencerede bir siluet olarak belirir, hiçbir şey anlatılmasına gerek kalmadan tüm olan biteni bilirmiş. Üzgün ya da mutlu köylü pencere önünde süklüm püklüm otururken Duygu Kadın içeriden kâh gülmeye başlarmış kâh ağlamaya. Sevinçli bir hadise olduysa sanki evin içinden çiçek kokuları gelirmiş. Dans edermiş Duygu Kadın. Avazı çıktığınca şarkı söylemeye başlarmış. Parmaklarını şıklatıp ıslıklar çalarmış. Üzücü bir hadise olduysa da hıçkıra hıçkıra ağlarmış. Kimsenin anlamadığı dillerde ağıtlar yakarmış. Evin içinden rüzgâr esermiş dışarı doğru. Solo’nun ortasındaki çamur bile genişlermiş.
Duygu Kadın’ın penceresinin önünde oturan köylü içeriden seslerin gelmesi bitince hiçbir şey olmamış gibi yerinden kalkar ve düzen içerisindeki hayatına kaldığı yerden devam edermiş. Çok uzun yıllar böyle devam etmiş köyde hayat. Biri öldüğünde, biri doğduğunda, bir kaza olduğunda…
Köylüler de şikâyetçi değilmiş hayatlarından. Ya da öyle gözüküyorlarmış çünkü aslında kimse kimsenin ne düşündüğünü bilmiyormuş. Aslında kimse bir şey düşünmüyormuş. Yapılması gerekenleri yaparak günlerini bitiriyorlarmış.
Bir gün… Düzen bozulmuş. Tiz bir çığlık sesi gelmiş gölün oradan. Tüm köylüler uyanmış. Daha tan yeri ağarmadan uykularından uyanan köylüler şaşkınlıkla evlerinden dışarı çıkmışlar. Evlerinden çıkınca bir de ne görsünler? Duygu Kadın, sakin ve sağlam adımlarla kulübesinden köy meydanına doğru yürüyormuş.
İlk defa Duygu Kadın’ı gören köylüler gözlerine inanmakta güçlük çekiyorlarmış. Hiç tahmin ettikleri gibi değilmiş Duygu Kadın. Çok genç ve çok güzel bir kadınmış. Üzerinde de kar beyaz bir elbise varmış. Yüzünü örten tülden bir peçe olduğu için yüzü çok net seçilemiyormuş ama peçenin altından savrulan uzun, dalgalı, kestane saçları mis gibi yasemin kokuyormuş.
Çıplak ayaklarıyla hem havada süzülür gibi hem de bastığı toprağı titretir gibi yürüyen Duygu Kadın, köyün meydanının tam ortasında durmuş. O anda güneş, tüm ihtişamıyla bütün bulutları süpürmüş ve tek başına gökyüzüne kurularak sıcaklığını bütün köyün üstüne bırakmış.
Güneşten gözleri kamaşan köylüler artık Duygu Kadın’ı hiç göremez olmuşlar ama hala orada olduğunu da biliyorlarmış. Kısa bir andan sonra Duygu Kadın’ın sesi yankılanmış bütün köyde:
“Gölün kenarındaki kulübede bulamayacaksınız beni artık. Ben gidiyorum. Gidiyorum ama uzağa değil. Hepinize daha yakın olacağım bundan sonra. Korkmayın sakın. Korkmayın ve hissedin. Hissettiklerinizi da anlatın. Yaralı, kusurlu ve muhteşem insanlar olma vaktidir şimdi!”
Sözlerini bitiren Duygu Kadın’ın ne zaman kaybolduğunu kimse anlamamış. Duygu Kadın kaybolmuş ama güneş hala parıl parıl parlıyormuş. Ve köylülerin hepsi birden ağlamaya başlamış. Sonra da gülmüşler. Ve birbirlerine sarılmışlar. Kurumuş kalmış topraklar yeşermiş, Solo Gölü’nün ortası tertemiz olmuş. Güneş, bir daha yüzünü göstermekten sakınmamış hiç. O günden sonra köyde daha önce hiç yaşanmamış şeyler yaşanmış. Kavgalar olmuş, isyanlar çıkmış, yalanlar söylenmiş… Doğrular sonuna kadar savunulmuş, ilan-ı aşklar edilmiş, fedakârlıklar yapılmış… Köy artık başka bir yer olmuş. Düzensiz, hüzünlü ve mutlu bir yer! Yaşamın ta kendisi…