Neden yapıyoruz bunu onlara? Kaç gündür aklımda bu soru. Daha doğrusu onu, mazgalın üzerinde gördüğümden beri. Çıplak ayakları, dizleri parçalanmış pantolonuyla bağdaş kurmuş oturuyor. Bir deri bir kemik elleriyle ağzına koyduğu izmariti yakmaya çalışıyor. Birbirine yapışmış kirli, kıvırcık saçlarının arasından da gelip geçene bakıyor. Yüzünde saldırgan ama bir yandan da korkak bir ifade var. “Ablam, güzel ablam,” diye yalvarırken bana doğru uzatıveriyor tozdan topraktan kararmış elini. İşte o anı her hatırladığımda, bu soru gelip yapışıyor boğazıma.
Ne yapacağımı bilemeden ama o avuca tek kuruş da bırakmadan çekip gidiyorum önce. Marketin önünde durup birkaç metre uzaktan bakıyorum ona. Elindeki izmaritten kalanı bir büyük adam edasında işaret parmağıyla fırlatıyor. Hemen sonra kalkıp mazgalın bir yanından diğer tarafına atlamaya başlıyor. Arkasındaki çiçek açmış ağaca bakıyorum. Dantellenmiş beyaz dallar, inadına uzanıyor mavi göğe. Bu tazelik, inanılmaz bir tezatlık oluşturuyor çocukla. İçim bir hoş oluyor. Para versem, götürüp kimin avucuna sayacağını bilemem. Görmezden gelmek de öyle zor ki. Markete girip alacaklarımın çoğunu unutarak alışverişteki öncelik sıramı bozuyorum. Dışarıdaki çocuğa bir şeyler almaya başlıyorum. Bir anda çikolataya gidiyor elim. Yo, bunu ona yapamam. Her zaman elde edemeyeceği tatlara alışmasın, sonra ya o tatların yokluğunda zorlanırsa. Kasaya varmadan bir de ıslak mendil kapıyorum. Kimseye sıra vermiyorum. Aldıklarımı kasiyerin önüne bırakıyorum bir gözüm dışarıda. Aslında telaşım, uzun vadede ve gerçek anlamda bir şey yapamamaktan. Daha doğrusu adam akıllı bir şey yapamamanın ezikliğini bastırmaya çalışıp vicdan rahatlatma derdinde oluşumdan. Şimdi bir defalığına karnını doyurmak, onu fark eden yanıma su serpmeye çalışmaktan başka ne anlama gelir ki? Çoğunuz gibi işte. Avucuna üç beş kuruş sıkıştırmak, bir iki kez yarım ekmek arası peynirle karnını doyurmak… Sokakta ondan binlerce var. Hayatlarını kökten değiştirmek için daha ciddi bir şeyler yapmak gerekmez mi? Bu soruların cevabını arayadurun siz, ben marketten çıkıyorum.
Orada! Zıplamaktan yorulmuş. Bizim apartmanın girişindeki basamaklardan birine oturmuş. Burnundan aşağı inmeye çalışan çamurlu, yeşil sümüğü sümkürüp eliyle atıyor. Burnunu sıkan başparmağını ve işaret parmağını arkasındaki basamağa sürterek kendince temizliyor. Ona yaklaşıyorum. Kendini aşağılık hissedermişçesine ve bana da aşağılık bir insanmışım hissi veren bakışların eşliğinde garip bir yalvarmayla “Abla, cigaran var mı, n’olur bi tane versen,” diyor. Bu cümleyi üç dört kez birbirine ekleyerek söylüyor. Cümle; çocuğun dudaklarında vurgusu, tonlaması hiç değişmeden, bir bağımlının yalvarması dışında zerre kadar başka his barındırmayarak dönüp duruyor. “Yok, bıraktım.” diyorum. Yüzünde inanmaz bir bakış, küçümseyen bir dudak büküş, şansını zorlamaya devam ediyor. “Abla, bi tanecik… bi tane… sadece bi…” Aldırmıyorum. “Aç mısın?” Aç tabii, benimki de soru mu? Çocukluğuna aç, sevgiye aç, iyi bakılmaya, korunmaya aç… Elimdeki ekmek, peynir ve zeytinin olduğu poşeti hafifçe kaldırıyorum. Yine o dilenmeye alışkın yapışkanlaşmış el, poşete doğru uzanıveriyor. Öyle bir ivedilik var ki hareketinde, vazgeçmemden mi korkuyor ne? O, yiyeceği vermemi beklerken ben ıslak mendili bırakıyorum avucuna. Gözleri şaşkınca beleriyor. “Bu ne?” diyor. Ellerini sil, yüzünü sil, ekmeğini öyle ye, diyorum. Garip buluyor olmalı beni. Hafif, alaycı bir gülümseme rüzgâr gibi yalayıp geçiyor yüzünü. Beni tuhaf bulduğunu kahkahaya dökse muhtemelen ekmeği vermekten vazgeçerim diye düşünüyor? İstese güler hâlbuki. Belki onunla ben de gülerim. Çoğullaşır gülüşlerimiz. Aynı şu dantelli ağacın dalları gibi çiçek çiçek aydınlanır dünya. Ama alaycı gülümsemesi bile kısa sürede kaybolup gidiyor. Büyüklerin gaddar, iki yüzlü, çıkarcı dünyasına çoktan alışmış. İnsan başka şey görmeyince kötülüğe alışıyor demek ki. Elini sildiği mendil kapkara, bir daha sil yenisiyle diyorum. Küfreden bakışlarını, surat asışını görmezden geliyorum. İkinci ıslak mendil de kirleniyor. Ne kadar çok silerse o kadar çok kir çıkacak gibi. Temizliğe zorlamıyorum artık onu. Poşeti veriyorum. Heyecanla açarken yanındaki boşluklara basarak çıkıyorum. Daha iki basamak yükseliyorum ki “Abla.” diyor “Yemeğin üstüne bir de cıgara versen. ” Bu da büyüklerin dünyasından öğrenilmiş bir şey. Yemekten sonra… Sıkıcı olmazsam inandıramayacağım onu. “Kaç yaşındasın sen?” diye soruyorum. “On bir.” Sigaranın iyi bir şey olmadığını, bu yaşta içmeninse çok tehlikeli olduğunu, hele de kimin attığı belli olmayan izmaritleri toplamamasını söylüyorum. Çoğu yetişkin yaptığımı yapma türünden nasihatler verdiğinden belki de inanmayışı. “Abla bi tane…”
“Ben ne anlatıyorum, sabahtan beri, sigara iyi bir şey değil!”
Umursamaz bir tavırla omuzları kalkıyor. Bu yaştaki bir çocuğun alnı nasıl bu kadar kırışabilir, birden tüm yüzünü buruşturuyor. İhtiyar bir iç çekişin ardından, büyüklerin dünyasından bir cümle savuruyor, “İyi olan ne var ki be abla?” Bu soruya verecek bir cevabım yok. Mahcubiyetle dönüp gidiyorum. Asansöre atıyorum kendimi. Her zamanki Batı klasiklerinden birinin notaları doluyor kulaklarıma. İçimdeki utançla altıncı kata yükselirken dinliyorum müziği. Eve gelir gelmez banyoya giriyorum. Ellerimi tüm sokak çocuklarının elleri adına dakikalarca yıkıyorum. Sabunlayıp bir daha, sabunlayıp bir daha… Ruhlar da yıkanabilir olsa keşke diye düşünüyorum. Sonra kirlettiğimiz şu dünya, o da yıkanabilse de tertemiz bıraksak göçüp gitmeden. İyi olan ne kalsa bizden geriye kâr.
Lavabonun üzerindeki aynada karşılaşıyoruz onunla. “İyi olan ne var ki be abla?” diyor ihtiyar çocuk. Sesi, kulaklarımda değil ciğerlerimde yankılanıyor; hem de milyon kere.
Fotoğraf harika
Çok güzel ellerine sağlık
Teşekkür ederim
Edebi bir dili hayatın sert gerçekleriyle buluşturmak… Diline sai