Alo Bacanak, ‘nerelerdesin, nasılsın?’ demeyeceğim, az-çok ne halde olduğunu hissediyorum. Bir itiraf ve bir de teklifte bulunacağım sana. Dinle, sakın ‘hayır’ deme bu önerime, sabırla bekle!

İki bacı sabahtan akşama kadar, akşam yetmiyor, çok sevdikleri dizileri yoksa yatana kadar iki bacının telefondaki dedikoduları bitmiyor. Hiç tereddüdüm yok, şundan adım kadar eminim; ertesi günkü konuşulacakları rüyalarında kuruyorlardır. Nereden bulurlar bu kadar malzemeyi, doğrusu ben şaşkınım. Şaşkınlığım arttıkça, söylemesi ayıp kıskançlığım da artmış oluyor. İnsanlık hali işte, bilmem anlatabildim mi?

Bacanak düşündüm ben, ‘Memnune Gelin’in bu kızlarından bizim ne noksanımız var? Biz niçin sabahları kalkar kalkmaz ‘Alo bacanağım, günaydın’ demiyor, günümüze şen şakrak başlamıyoruz? Hani ‘dedikodu yapalım’ diyemiyorum. Ne sen bulabilirsin bu kadar malzemeyi, ne de ben. Az-uz malzemeyle de dedikodu olmaz hani.

Fakat şu anda iki bacının dedikoduları diyemiyorum. Sessiz olayım, baldızın geldi. Şöyle söyleyeyim; bizim hanımların yedi yirmi dört muhabbetleri hoşuma gidiyor. Biz de bunların davranışlarını rehber edinip, telefon trafiğini biraz yoğunlaştırsak mı? Ha, ne dersin?

Hanım mutfağa gitti, rahat konuş; tabii ki senin gardiyan yakınında değilse. Ya bacanak, bırak bu riyakâr lafları! Biz bizeyiz. Yok, efendim; iyi bakıyor, yemeğimi, çayımı-kahvemi zamanında hazır edip getiriyor, ilaçlarımı iyi takip ediyor, ben onsuz yaşayamam laflarını. Kaşıkla ağzına verip, hançerle alıyordur yüreğinden. O kadar korkak olma! Ne söylersen söyle, ne yaparsan yap, kadın milletine yaranamazsın.

Bak sana anlatayım. Her gün sabahın köründe kalkıp, kırk kere marulu tereyi maydanozu yıkayıp-kurulayıp incecik doğruyorum. Tuzunu atıp limonunu sıkıyorum. Bu sırada haşlanan yumurtayı incecik üzerine doğruyor, salatayı süslüyorum.  Domatesi biberi usulüne uygun doğrayıp, gözüne hitap edecek biçimde tabaklara yerleştiriyorum. Bilirim, o fazla yağlı-limonlu yemez. Bu nedenle zeytinyağını salata tabağının her tarafına damla damla yediririm. Peynir-zeytin, tereyağı-bal, domates yeşil-kırmızıbiber, mevsim meyveleri tabağı masada yerini alır. Cevizleri kırarım; gözlüğümü takar, kabuk-orta kanat parçası falan kalmasın diyerek incelerim. Sultanlara mahsus sofra hazırdır. Ha, şunu da söyleyeyim; ekmek kızartmıyorum. Çünkü o küçük bir dilimden fazla ekmek yemek istemez.

Yüzünü buruşturup, mırın kırın ederek gelir, “Canım hiçbir şey istemiyor” diyerek oturur. “Salatanın yağı fazla olmuş, cevizlerin birer tarafı beyaz, diğer tarafı sarı, peynir tabağını erken mi çıkarttın dolaptan?” Şimdi sıraladıkları eleştirilerin hepsi birden aklıma gelmiyor. Her gün benzer sözler duyduğum için zihnimde pek yer etmez oldu artık.

Bin bir çeşit takazaya katlanmaktan yoruldum. Hanımın zihninden geçenleri okumaya, davranışlarına anlam kazandırmaya seferber ettim tüm varlığımı. Psikoloji, sosyoloji, astroloji, rüya tabirleri hususunda okumadığım kitap kalmadı. Cin toplayıp, onlardan istifade etmeyi, onlara hükmetmeyi bile düşündüm. Sonra, ‘kadın milleti; şeytanın pabucunu dama attırır zekâya sahip, benim şeytanımı alt eder’ deyip vazgeçtim. Davranış Bilimleri üzerine tezsiz mastır yaptım. Piyasada bu konuda o kadar çok kitap var ki, anlatamam. Google tercümelerinden kopyala-yapıştır usulü toplama bilgiler deryası. Diyeceğim şu; yaz-boz bilgilerle dolu pek çok kitap var. Fakat uygulama imkânı yok, birinin söylediğinin diğeri tam tersini öneriyor. Hangisi doğru? Bence hiçbiri. Bizim üniversitelerden mezun olup da, nazari bilgilerini uygulamaya koyabilen var mı? Ben de onlardan biriyim zaten…

Bizim hanımlar zengin. Analarından miras olarak iki arsa ile bir tarlanın yarım hissesi kalmış. Arsalar, dört kızdan iki Körkuyu ablanın gözdesi. Körkuyu’nun ne olduğunu bilirsin. Sen; dağ taş dolaşmış, bin bir bilge insanla karşılaşmışsındır. Körkuyunun suyu olmaz; amma duvarları güherçile, tabanı toz kaymağı, havası zehirdir. Yakınlık gösteren canlıyı içine çeker ve tatlı bir uykuya bağlayıp öldürür. Katildir, ama cezası, kapatılıp unutulmaktır. 

Her neyse, biz gelelim avratların miraslarına. Tarlalarını, çok vergi toplamak için Belediye imar düzenlemesine tabi tutmuş ve birçok arsa çıkartmış. Şimdi ticari arsaymış dilberim tarla. Develi-Kalıntoprak yöresi, imardan sonra binasız Malazgirt Mahallesi unvanına kavuşmuş. Eskiden olsaydı, ‘Eber Gölü manzaralı arsalar’ derdik. Şimdi Göl kurumuş, Alkaloit Fabrikası atığı taşıyan pis kokulu Akarçay kuşatmasında. Oranın da o kadar çok veresesi var ki; hepsi de nitelikli, ayrık otu gibi nereye düşse kök salan cinsten. Allah’tan babalarından unvanları harici bir şey kalmamış. Değilse “ananızdan babanızdan kalan neyiniz var?” diyerek başımızın etini yerlerdi. Bilmezler bizim varlığımızın; dünyayı avcunun içine alan Londra tefecilerinin kırkının sermayesinden fazla ederi olduğunu. Finans okuryazarlıkları yok, ama bu durum onların suçu değil diyemiyorum. Dedikoduyu öğreneceklerine finans okuryazarlığı, siyaset, güvenlik, medya okuryazarlığı… gibi şeylere kafa yorup, öğrenselerdi.

Yetmişe gelmişsek, yarın ölecek değiliz. Ölene kadar dik duralım. Dik duramazsak, kuyruğumuz bari dik olsun. Bu topraklarda erkek ömrü ortalama 74, kadınlar da 78. Ne olacak, kadınların hiç kaygıları yok, en iyi becerileri; erkekleri çıldırtıp, erken ölmelerini sağlayıp, bir an önce ‘şen dullar’ kafilesine katılmak. Çıldırmış bazı erkekler karılarını öldürüyor. Bana göre manasız bir davranış bunlar. Güya adaleti tecelli ettiriyorlarmış. Bu davranış; kadın-erkek ömür ortalamasını yakınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Bu sabah çarşıya çıktım, hanıma ‘sana yardımcı getirdim’ demek için. Her taraf melek yüzlü şeytan ruhlu, cicili biçili kadınlarla dolu. Huyu-boyu, yüzü-gözü, giyimi-kuşamı, yaşı-başı bana yakışır birini bulamadım. Sokağın güzelinden, benimki daha güzel deyip çaktırmadan eve döndüm. Senin çarşıya çıkmanı istemem. Çünkü sana güvenim yok. Gördüğün ilk güzele frenin tutmaz çarparsın ya da çarpılısın. Kaza yapmana gönlüm razı olmaz. Otur oturduğun yerde! Arada sırada kuyruğu dik tut, gerisi idare işte, anlarsın ya!

Dertlerimiz ortak, ilaçlarımızın marka ve dozajları farklı olsa da, içerikleri aynı. Bir gün ben sana, ertesi gün sen bana ‘alo’ deyip, elkızlarıyla iyi geçinmemiz için teselli ve dua edelim birbirimize. Ne dersin?

Yahu bacanak! Evlilik; zaten bir çeşit katlanma sanatı değil mi? Rolünü iyi oynayan şöhrete kavuşuyor. Bu dünya; servet, şöhret ve şehvet örgülü evrenin bir parçası. Biz de üzerinde birer zerre. Sığamayacak mıyız bir yere? Diyelim ki, sığamadık. Kuyruğu dik tutacak halimiz de yok. E, hemen ölelim mi? Hayır, ona da razı değilim. Ülkemizin ömür ortalamasını yakalayalım, ardımızdan ‘yaşça vasatı yakalamış insanlardı’ desinler bari…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: