Tipinin bu kadar kısa sürede böylesine bastırdığını en son çocukluğumdaki kışların birinde görmüştüm. Bele kadar kar yağmış, okullar bir hafta tatil edilmişti. Aynı şeyler insana her zaman aynı duyguları hissettirmiyor. Şimdiki kar, çocukluk coşkumun tam tersine, gerilmeme sebep olmaya başlamıştı,. Havanın böyle olacağını bilseydim, yola bugün çıkmazdım ama gerçekten de şaşılacak derecede kısa bir sürede çökmüştü tepeme bu tufan. Geri dönmek için de artık çok geçti ve önümde ip gibi incelen yolda benden başka araç görünmüyordu.
Korkunç hava yüzünden radyo ara ara kesiliyor, cızırtılar çıkarıyor. Bu da sinirimi daha çok bozuyor. Radyoyu kapatıp ıslık çalmaya başladım. Her şey yolundaymış gibi kendimi kandırmam gerektiği anlarda böyle yaparım. Dağın başında, her geçen dakika kapanan bu yolda canlılık belirtisi gösteren tek şeydim ve bu ne kadar devam edecek bilmiyordum. Varamayacağımı anlamıştım, en iyisi benzinlik, otel, köy; ne bulursam herhangi bir yere sığınmaktı. Telefon da çekmediğinden internete girip haritaya bakamıyordum. Şakaklarımı birkaç saniye ovaladım. Arabamı sürüp konaklayacağım bir yere rastlamayı beklemekten başka çarem yoktu. Hava çığ gibi döküyor, rüzgâr arabamla göğüs göğse çarpışıp camları titretiyordu. Doğa, yeryüzünün asıl sahibinin kim olduğunu hatırlattığı zamanlarda gerçekten ürkütücü oluyordu.
Sonunda önce karaltı olarak görüp bir dağ evi sandığım, yaklaşınca ise bir otel olduğunu anladığım binayı sevinçle selamlayarak, alelacele yanaştım. Benim gibi, o da ıssızlığın ortasında yapayalnız, tek başınaydı burada. Bahçesinde benimkinin dışında bir araç görünmüyordu. Eski otelin siyah sıvasının döküldüğü yerlerdeki tuğlalar, makyajını yarım silmiş bozuk ciltli bir kadın gibi sırıtıyordu. Arabamdan inip koşar adım kapıya ilerledim. Rüzgâr, kar tanelerini minik iğneler gibi yüzüme savurdu. “Motel Karadul” ne garip isim. Yol üstünde olduğundan ve bu garip isminden, uzun yol şoförlerinin sevdiği bir yer olduğunu anlamak pek zor değildi. Şu anda bunun benim için hiçbir önemi yoktu.
İçerisi sıcaktı, ellerimi ovuşturarak hohladım. Ağır dekora göz gezdirdim, ahşap oymalı koltuklar ve duvar saati seksenlerden fırlamış gibiydi. Ceviz ağacından oyulmuş masanın ayakları bir asa gibi süslüydü ve aşağı indikçe daralıyordu. Hemen ardında, sanırım sadece görsellik için kullanılan tozlu bir kütüphane vardı. Üzerinde gazetelerin verdiği ansiklopedi serisi dışında bir şey yoktu. Birkaç adım atıp, “Merhaba” diye seslendim. Odaların bulunduğu koridordan, bir çocuğa ait olduğu belli olan, koşar adım bana yaklaşan ayak seslerine dikkat kesildim. Sekiz-on yaşlarında, güzel bir kız çocuğu karşımda durup öylece beni süzdü, gülümsedim. Geldiği yönün tersine tekrar koştu. Çok geçmeden bu kez de bir yetişkine ait olduğunu anladığım ayaklar, telaşlı adımlarla bana doğru yaklaştı. Elleri köpüklü, oldukça güzel görünen kırklı yaşlarında bir kadın, pembeleşmiş ellerini önlüğüne silerek elini uzattı, tokalaştık.
“Geldiğinizi duyamadım, mutfakla ilgileniyordum, kusura bakmayın. Hoş geldiniz,” dedi gülümseyerek. Harika gülümsüyordu.
“İçeri henüz girdim zaten, korkunç bir kar var dışarıda,” dedim. Kadını süzüyordum. İnce beli, yuvarlak kalçaları, güleç yüzüyle çok davetkârdı.
“Lütfen oturun,” diye ağır oymalı koltuğu işaret etti. Oturdum. Arkasını dönüp belindeki önlüğü çözdü, hızlı adımlarla yine mutfağa doğru giderken, dar eteğinin sardığı dolgun kalçalarını izledim. Çok geçmeden elinde, tüten iki bardakla döndü.
“Yeni demledim, içiniz ısınır,” diyerek gülümsedi.
“A, çok teşekkürler” diyerek nazik ikramını kabul ettim.
“Ne zamandır ben böyle bir hava görmedim buralarda,” dedi. “Siz nereye gidiyorsunuz?”
“Arkeologum ben. Kazı alanına gidiyordum. Duymuşsunuzdur.”
“Evet, ama oraya daha epey var, kötü zamanlama yapmışsınız.”
“Hava durumunu da takip etmiştim çıkmadan ama bu kadar yağacağı söylenmedi, neyse ki motelinize rastladım,” dedim. Bir süre konuşmadan çay içtik.
“Siz mi işletiyorsunuz burayı?” diye sordum.
“Evet, tek başıma,” biraz duraksadı. “Çocuklarımla birlikte burada kalıyoruz, hem evimiz hem iş yerimiz yani.” Pek bu konuda konuşmak istemiyormuş gibiydi, gözlerini kaçırıp ince bir yılan gibi bardağından yukarıya süzülen buğuyu izledi. Uzun tırnaklarıyla cam bardağa vurdu birkaç kez, düşünceli. Başka bir soru sormadım bunla ilgili.
“Yer var herhalde değil mi?” diyerek şaka yaptım gülümseyerek.
“Tek müşteri sizsiniz.” dedi. O da gülüyordu.
Sıcak bir duş almış, yatağa uzanmış, tavanı izliyordum. Dışarıda rüzgâr çığlık çığlığa uğulduyordu. Kar daha da artmıştı. Korkarım burada sandığımdan daha uzun süre kalacağım. Ama bunları düşünemiyordum. Aklımda kadın vardı. Adını bile sormamıştım ve benden bir on yaş kadar büyüktü fakat ondan garip şekilde etkilenmiştim. Simsiyah, iri gözleri ve bakışlarına masum bir ifade veren düşük kaşları vardı. Büyük ağzı ve kalın dudakları sürekli kibarca gülümsemeye yer arıyordu. Siyah, dalgalı saçları tepesinden aceleyle ve dağınık biçimde toplanmıştı. Siyah kazağının vücuduna daha da yapışmasını sağlayan iri göğüsleri görmemek mümkün değildi. Ve yine siyah eteğinin streç gibi sardığı ince belinin altındaki çıkık dolgun poposu, onu gerçek bir kadın yapan fark ettiğim son detaydı. Saçımı kurutup, yakışıklı göründüğüme ikna olana kadar kendimi düzelttim. Merdivenleri indikçe, güzel bir yemek kokusu tarafından karşılandım. Yine mutfak önlüğü ve gülümseyen harika suratıyla karşıma çıkıverdi.
“Hava yüzünden aşçım gelemedi, o yüzden yemeği bugün ben yapıyorum size ve çocuklara. Umarım et yiyorsunuzdur,” dedi. Kadındaki coşku ve sıcaklık tüm karları eritebilirdi.
“Aa harika, evet çok severim,” diyebildim.
“Siz oturun, beş dakika içinde hazır olacak,” diyerek yine gözden kayboldu. Oturup bir süre duvardaki eski ahşap saatin tik takları ve onu bastırmaya çalışan tipinin uğultusunu dinledim. Hem huzurlu hem ürpertici, garip bir yerdi burası. Camdan baktığımda beyaz bir toz bulutundan başka hiçbir şey görünmüyordu. Çorbalarımızı getirdi. Beraber yiyecektik.
“Çocuklarınız neden gelmediler?”
“Onlar içeride televizyon karşısında yerler, biraz utangaçtırlar. Müşterilerle pek görüşmezler,” dedi. Kaşığının ucundan kibarca tutmuş, bir yandan çorbasını içiyordu.
“Kaç çocuğunuz var?”
“Dört. Üç kızım bir oğlum var.”
“Gerçekten inanamıyorum, ne kadar genç ve güzelsiniz,” dedim. Bu ağzımdan planlamadan, öylece fırlayıvermişti. Biraz utandım. Bir süredir çorbamı içmeyi de unutmuştum.
“Teşekkür ederim,” dedi. Sıcacık, muzip bir gülümsemeyle beni süzdü. Bir süre konuşmadık, sanırım kızarmıştım. Çorbamı içerken beni süzdüğünü fark ediyordum.
“Burası hep bu kadar tenha mıdır? İlk kez bir otelin tek müşterisiyim.”
“Siz gelmeden önce bir ekip vardı dört kişilik, sanırım dağcılardı. Dün sabah ayrıldılar. Ama şu an tüm yollar kapandı ve hala devam ediyor, birilerinin gelebileceğini sanmıyorum, sanırım birkaç gün baş başayız,” dedi. Gülümseyerek ayağa kalktı, tabağımı aldı. Hayran hayran onu izledim.
Yemeklerimizi yedikten sonraysa her şey çok hızlı oldu, içki ikram etti, buna hayır demedim elbette. Uzun uzun konuştuk, kahkahalar attı. Çok güzel gülüyordu. Sonra birdenbire onu öptüm, buna izin vereceğini fark etmiştim. Nasıl fark ettim, bilemiyorum. Ettim işte. Yanılmamıştım. Tutkuyla karşılık verdi. Odama çıktık. Heyecanlı ve sarhoştum, o da öyle görünüyordu. Birbirimizi aceleyle soyduk. Yumuşacık, bulut gibi bir teni vardı.
Hızla soluk alıp veriyor, sarılmış uzanıyorduk. Doğruldu, iki bardak daha viski doldurdu. Bu sırada düzgün sırtını izledim. Bir çöl gibi pürüzsüzdü. Çok memnun ve şaşkındım, gülümsemeden duramıyordum. Yine göğsüme yattı. İçkiden birkaç yudum aldıktan sonra sarhoşluğum arttı, bir gariplik vardı. İçmeye devam ettim. Başım birden balyoz yemiş gibi dönmeye başlayınca, içkiye bir şey karıştırıldığını anladım fakat çok geçti.
Uyandım. Gözlerimin ışığa alışması biraz zaman aldı, burası benim odam değildi. Mahzen gibi bir yerdeydim. Tavandaki aynadan, çırılçıplak, zavallı görünen bedenime baktım. Sırtüstü yatırılmıştım ve anlamam çok sürmedi ki; hareket edemiyordum. Gözlerimi kıpırdatmak dışında hiçbir yerimi hissetmiyor ve oynatamıyordum. Tüm vücudum tonlarca yükün altında ezilmiş ama ölmemişim gibi ölümcül bir hissizlik her yanımı sarmıştı. Çocukluğumdan beri uykumda hareket etmek isteyip edememek, bağırmak isteyip bağıramamak; ironik biçimde gerçeğe dönüşmüştü. Heyecan ve korkudan dehşetle açılmış gözlerimi, mezbahaya götürülmüş bir dana gibi sağa sola devirmekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu. Çok geçmeden onu fark ettim: Sol tarafımda, sırtı dönük, bir şeyler yapıyordu. Sırtı hala güzel görünüyor. Bana döndü, gözlerime hiç bakmadı. Ne yaptığını sormak çok isterdim fakat bu felç halinden çıkmam imkânsız görünüyor. Elinde yeni bilenmiş bir neşter ve satır vardı. Satırı bacağımın hemen yanına koydu. O sırada, otele ilk girdiğimde duyduğum ayak seslerini yine duydum; beni karşılayan kız yanımıza geldi. Hemen sağ koluma bitişip olacakları izlemeye başladı. Annesi, ne yaptığını bilir bir güvenle belimin sol yanını yarıverdi. Şok olmuştum. Neşter, sanki bembeyaz bir kâğıda vurulmuşçasına seri ve kolay, tek hamlede beni yardı. Beyazlıktan çıkan oluk oluk kırmızılıkla beraber, gözümden yaşlar akmaya başladı. Elini içime soktu, yumruk büyüklüğünde bir şey çıkardı. Bu böbreğimdi. Annesi ve kızı gülümseyerek, bense dehşet içinde, bir süre izledik. Gözyaşlarından etrafı bulanık görmeye başlamıştım. Eline satırı aldı. Tek hamlede ayağımı kaval kemiğimden itibaren bacağımdan ayırdı. Küçük kız yüzüne sıçrayan kanlarla birlikte minik bir sevinç çığlığı attı. Kafamın altında yastık da olduğundan, bembeyaz olmuş yüzümü ve Lego gibi ayrılan parçalarımı rahatlıkla her açıdan görebiliyordum. Eline tekrar neşteri aldı. Kadın, ölü hayvanı parçalayan tecrübeli bir kasap kadar sakindi. Ne yaptığını biliyordu. Kaburgamın hemen altından kasığıma kadar yarıldım. Derim kat kat, ince yufkalar gibi açıldı. Elini içime soktu, sanıyorum çıkardığı şey midemdi. Gözlerim karardı, uzaktan yaklaşan bir tren gibi artan bir çınlama işittim. Son kez midemi tutan zarif ellerine ve kana bulanmış yüzüne baktım. Ne garip, bu dünyaya dair kafamdan geçen son şey hala onun güzelliğiydi. Güçlükle küçük kız çocuğuna devrildi gözlerim. Kandamlalarının sıçradığı minik yüzü bana dönüktü. Gülümsüyordu.
Masanın etrafına dizilmişler, heyecan içinde yemeklerini bekliyordu çocuklar. Sabırsız görünüyorlardı, acıkmışlardı. Avını yakalamış dişi bir aslanın vakurluğuyla, eşit parçalara bölünmüş porselen tabaklardaki iri etleri çocuklarının önüne teker teker dizdi kadın. Kendisi de oturdu. En küçük olan:
“Yine babamı mı yiyoruz anne?” diye sordu.
“Evet meleğim, haydi başlayalım,” dedi kadın.
Hep birlikte, afiyetle böbrek ve kalpten iri lokmaları, konuşmadan, şapırdatarak yemeğe koyuldular. Küçük kız sofranın ortasındaki beyin salatasına erişemeyince annesi yardım edip tabağına bir parça koydu. Kadın kendini çok iyi hissediyordu, sol eliyle gülümseyerek karnını sevdi. İçinde yeni bir yavrunun filizlendiğini hissedebiliyordu.