Müzik… Sanatların en ruha dokunanı. Birçok türe sahip olmasına karşın kimi zaman sözler kimi zamansa melodiler alır götürür sizi, siz nereye isterseniz. Otobüsün penceresinden dışarıyı izlerken kendinizi bir anda bir dağın zirvesinde bulabilirsiniz ya da bir parmaklığın ardında hapsolmuş bir şekilde. Müzik sayesinde yön verirsiniz ruhunuza. Bulunduğunuz mekandan, zamandan veyahut andan uzaklaşırsınız ancak geri dönmek şartıyla. Ölümden farkı da budur belki. Ah, bir de gideceğiniz yeri müzisyenle beraber seçmeniz de bir diğer fark elbette.
Ben en çok yazarları ve müzisyenleri severim onların hislerini anlayabildiğim için. Belki de hislerimiz karşılaştığı için hayat çizgimizde. Soracaksınız muhakkak “Nasıl hissedebiliriz?” diye. Size söylemem gereken şudur ki, bu hisleri anlama işi müzisyenlerde kolay olduğu kadar yazarlarda çetindir. Yazar, kendi hayal âlemini kurar ve kendi yarattığı karakterlerle evcilik oynamaya başlar. Biz sıradan insanlarsa oturup izlemek yerine okuruz. Bu esnada Kral Arthur ile tanışırız, Hamlet ile sohbet ederiz hatta Ömer ile içimizdeki şeytanı keşfederiz ama bazen de 9.Hariciye Koğuşundaki isimsiz kahraman gibi karakterler çıkar karşımıza. Sadece hikayesini okuruz, sadece yaşadıklarını biliriz ve sadece hislerini anlarız lakin ismi gibi hislerin sahibi de sır gibi saklıdır. Ne bir mahlası vardır ne de kimlerden olduğu. En azından biz öyle zannederiz. Sevgili yazarımız Peyami Safa ismini bahşetmeden kendi hikayesini ve hislerini karakterinin kaderi olarak örmüştür, ki çoğu yazarımız bunu yapar aslında. Lakin bazıları açık seçik bunu gösterirken bazıları kendinden feyz aldıklarını ekler karakterine ve karakterinin kaderini kendi kaderinden farklı yazmayı tercih eder. Tıpkı sevdiğine kavuşamadığı için tüm romanlarını mutlu sonla bitiren Jane Austen gibi. İşte bu yüzdendir ki yazarların hislerini anlamak oldukça çetindir. “Bu okuduğum kahraman, yazar mı yazarın kendi hislerimi yoksa hayali bir kahraman ve hayali hisler mi?” diye ufak bir şüphe her daim var olacaktır biz sevgili okuyucularda amma velakin emin olduğum tek bir şey var. O da yazarın hislerini -biz bilmesek de emin olmasak da- tatmış olabileceğimiz ihtimali. Belki de “Daha o gün anlamıştım Feride, ben ömrümce seninle sınanacaktım. Çünkü insan daima en sevdiğiyle sınanır…” diyen kişi Kamuran değil de Reşat Nuridir. O ve eğer varsa ki Feridesi dışında kim bilebilir ki bunu?
İş yazarlara geldiğinde sorular ve ihtimaller ne kadar çoğalırsa müzisyenlerde bu durum tam tersidir. Pop,caz,Anadolu rock ve binlercesinde söz yazarının veya bestecisinin hislerini rahatlıkla anlayabilirsiniz. Farz-ı misal, Neşet Ertaş’ın “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm Ey Ceylan Gözlüm / Göğnüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen” mısralarından hislerini hissedebilir hatta görebilirsiniz.Elbette ki şunu diyebilirsiniz “ Sözler zaten anlaşılmak için değil midir?” Haklısınız ama benim de haklı olduğum kaçınılmaz bir hakikat. Klasik müziği düşünün mesela. Johannes Bornlof,Gavin Luke,Magnus Ludvigsson ya da” Kemanı ağlatan adam” olarak bilinen Farid Farjad.Yaptıkları bestelerde hiçbir söz yok. Var olan tek şey melodi. Söz olmamasına rağmen Johannes Bornlof’un “The Joys and Sorrows Of Life” isimli eserini dinlerken zihninizden birçok anı ve aynı zamanda kalbinizden birçok hissiyat geçer. İlk arkadaş edindiğiniz an, kardeşinizin doğumu , istediğiniz üniversiteye gidebileceğinizi öğrendiğiniz o zaman, aşık olduğunuz insanında size aşık olduğunu hissettiğiniz o vakit , annenizi/babanızı kaybettiğinizdeki keder ve daha nice anlar ve hisler. Johannes’i şahsen tanımama rağmen hayatı sevinçleriyle ve üzüntüleriyle kabul etmeyi başardığını hissedebiliyorum. Kimi zaman sözler ele verir onları kimi zaman melodiler. Bundan mütevellit daha kolaydır müzisyenleri anlamak. Hissetmek için tek ihtiyacınız olan yaşamak. Bir de dinlemek tabii ki.
Hissedin. Mutluluğu da sevinci de aşkı da hatta üzüntüyü de , acıyı da, öfkeyi de ne kadar duygu varsa hepsini işte. İnsan sevince değil de hissedince güzel. Hisleri paylaşınca ve o hislerde kesişebilince daha da güzel , en bi’ güzel.