Zaman sanki yürümüyor. Duvar saatinin yelkovanı oynamıyor. Zihnimdeki ses dinmiyor.

Anlaşılan bu yaz da bitmek bilmeyecek. Yazlar sıcak şeyler çağrıştırır insanoğluna. Kişiyi seviye, mutluluğa, düş kurmaya, umuda davet eder. Plaj şemsiyelerinin pastel renkleri, denizlerin açık mavisi, bulutların saf beyazı hep güzel şeyler düşündürür.

Ancak daha kıştan yazın düşünü kuran kişi yaz gelip de birini sevmeyegörsün altüst olur bütün düşleri. Artık canı denize girmek, dondurma yemek, bir kızın peşinden yürümek istemez. Dışarıdaki canlılığı itici bulur, eve kapanır. Ev bir sığınaktır onun için. Hüznünü doyasıya yaşayabileceği, üzüntüsünden keyif alacağı, yalnızlığını bir kadeh votka ile perçinleyeceği bir sığınak.

Saat yarım. İkinci kadehi devirdim şimdiden. Yok, geçmiyor zaman. Geçmeyecek de. Ağzıma sakız leblebisi attım bir avuç. Çıktım evden. Burnuma sardunya kokusu doluverdi birden. Yazı hatırlattı bana, sevileri, özlemleri… Yazdan önce kurduğum düşleri duyurdu.

Bir kızı sevecektim, palmiyeli sitenin oraya gelen. Mini etek giyen, ilk özgürlüğünün tadına varmak isteyen, annesinin sözünü dinlemeyen, uçarı bir kızı… Bir gün denizde bakışacaktık. Gülümseyecektim uzaktan. Karşılık verecekti. Vermeliydi. Ertesi günü aynı saatte gidecektim gene plaja. Onu görünce atıverecektim giysilerimi oracığa, yüzerek yanına varacaktım. Merhaba güzel kız, diyecektim, sana tüm düşlerimin merhabasından veriyorum. Gülecekti kız. İçinden, deli mi adam, diye sorarken kendi kendine gözleri açığa verecekti düşüncesini. O akşam Nagidos Adasının karşısında öpecektim onu. Sıkacaktım kolunu, taze memelerini. Dur, diyecekti, daha kuytu bir yere gidelim. Böylece o gecenin sabahı bağlanacaktı bana. Bir yaz süren bir mutluluk bahşedecekti.

Olmadı bu. Başka bir kadını sevdim. Geçmişten bir kadını, bana Kıbrıs’ı, Salamis yolunun kaldırımlarında yürürken onu düşündüğüm zamanları, Girne Harbour’unda bira içerken hayalini kurduğum akşamları hatırlatan bir kadını. Şimdi heba oldu yazım. O düşlerin hepsi tozlara karışıp gitti. Yazı yaşayamadan güze döndü zaman.

Eski bir yaz geliyor aklıma; kitap okumaktan hoşlandığım, ak kağıtlara her sevdalı delikanlının yazdığı şiirler karaladığım bir yaz. Burcu’ya tutulmuştum. Siyah saçları vardı Burcu’nun kulaklarının arkasına taradığı. Zeytin yeşili gözlere, yelpaze bir burna sahipti. Arkadaştık. Onlar ikinci katında oturuyorlardı üç katlı apartmanımızın. Biz ise bahçe katında. Annem elimize limonatalar verirdi. Mutfak kapısından bahçeye çıkar dut ağacının altındaki tahta kanepede, ağustos böceklerinin, kurbağaların sesleri arasında derin bir huzur içinde suskun, içerdik limonatalarımızı. Konuşmazdık çok. Halimizden anlardık ne demek istediğimizi.

Mahallemizin haylazı Mert’te ilk gençlik sevisi uyanmaya başlamıştı. Burcu’yu seviyordu. Söylemese de anlaşılıyordu bu. Kıskanmaya başlamıştım Burcu’yu. O gün dut ağacının altında karpuz dişlerken içim içimi yedi. Ya Burcu da Mert’i seviyorduysa? Dayanamadım. Burcu, dedim. Döndü bana. Dudağının kenarından bir damla süzülüyordu. Uzanıp sildim. Mert, dedim, seni seviyor sanırım. Güldü. Evet, dedi, son haftalarda pek bir yakınlaştı bana. Ya sen, diye sordum, seviyor musun onu? Sustu Burcu. Daldı gitti balkon pervazının altındaki annemin yaz çiçeklerine. Neden sonra, hayır, dedi yüzüme dikkatle bakıp, ben başkasını seviyorum. Gözlerini yüzümün her noktasında gezdiriyordu. Dudaklarıma sabitledi bakışlarını. Anlamıştım, bendim sevdiği. Tuttum elinden. Karpuz kokan dudaklarından öptüm.  Bütün o yaz karpuz tadında geçmişti.

            O günleri, o sevdaları, o mutlulukları düşündükçe olmuyor. İç geçirmeden edemiyorum. Sahipsiz sularla dönüyor değirmenlerim. Sonsuz hüzün suyu döndürüyor değirmenlerimi. Kendi yolumu çizemeden akıp giden bir gençliğin yıllarına hayıflanıyorum. İçimde burkulmalar oluyor. Dönmek istiyorum o günlere. Çok üzülüyorum. Kimseye göstermeden gözlerimdeki incecik yaşları kuruluyorum. Bira içiyorum, gece şaraba hazırlanıyorum. Sersemliyorum.

Ne var sanki yeniden dönebilsem eski yazlara, o çocukluğa, ilk gençliğe? Arı, doğal, saydam, pürüzsüz, içindeki düşler sönmemiş olan o ilk gençliğe…

Şimdi, sevgi mektupları yazdığım dersliklerde, kızların ismini karaladığım tahta sıralarda başkaları var. Biliyorum onları. Tanıyorum her birini. Her biri dünyanın en ölümsüz aşkını yaşadığını sanıyor. Karşılık bulamayanları tüm geceler yeniden ve yeniden ölüyor. Sigaraya başlıyor. Yağmur altında ıslanıyor. İlk birasını içiyor.  İlk şiirini yazıyor. İlk kez gözyaşı döküyor.

Sanki sevgilerin tümünü o çağlarda tükettik. Şimdi elimizde kırıntıları kaldı bir tek.

Yalnızlığımın ortasından eski sevilerime, eski günlerime sesleniyorum. Gülümsüyorlar. Ama hiçbirini geri getiremiyorum. Haylaz Mert’i, en ufak kırgınlıkta ağlayan Burcu’yu, ilk cinselliğimi yaşadığım Selma’yı, annemin içimizi fecr ile dolduran naneli limonatasını, şimdi yerine koca bir yapı diktikleri erikli dondurmacıyı, derelerini ıslah ettikleri Kurbağa Mahallesi kurbağalarının seslerini… Onlar kayboldular. O anları yeniden yaşayamam. Her biri karanlığın ortasından bir hayalet sessizliğinde belirip, içkili günlerimde yoldaş oluyorlar bana. Elimi uzatıp da erişemeyeceğim kadar derindeler. Gelmiyorlar. Karanlığı yeğliyorlar. Gizliyorlar kendilerini.

Attım kendimi yeniden içeri. Sürtünerek geçtiğim sardunyalar kokularıyla dışarıya, yaz gününe çağırıyorlar beni. Ama yoo. Kapatacağım kendimi eve. Oturacağım Paşabeleni’ne bakan masamın başına, birbiri ardına kadehler devireceğim, Handan’ı düşünerek, onun sesini özleyerek, onun gülüşünü anımsayarak…

“Anılar dal ister – Konacak” dediği gibi Oktay Rıfat’ın. Benim anılarımın dalları kırıldı. Bir votka kaldı, bir şarap, bir sigara… Artık bunlar benim dostum, yoldaşım. Bunlar bana geçmişi getirenler, Mert’i, Burcu’yu, Onur’u, beni bu yalnızlığa iten Handan’ı…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: