Ben bir yağmur damlasıyım.
Siz insanların altında durduğu, sevgiliniz ya da dostunuz ile gökyüzünde pamuk edası ile asılı duran, bazen bir pamuk şekerine, bazen bir kediye, bazen çatık kaşlı bir simaya benzettiğiniz o kümeler de benim ailem.
Adını bulut koymuşsunuz.
Dün güzeldi, ondan önceki günler de hallice.
Nereden çıktı şimdi bu ayrılık?
Dün güneş bizi koruyacağına söz vermemiş miydi? Kuşların şarkılarına eşlik etmemiş miydik? Giden uçakları seyrederken “biz birbirimizden hiç gitmeyeceğiz” diye söz vermemiş miydik?
Nereden çıktı şimdi bu ayrılık?
Annem güneşli havaları çok severdi. Yarınlarından umutlu bir gelin misali bembeyaz olurdu. Kuşları saçına toka yapardı. Renk renk bir sürü toka!
Yaz mevsiminin son demleriydi. Annemin bildiği bir şey vardı, belliydi. Bunun ayrılık olduğunu keşke o yaz mevsiminde anlayabilseydim.
Yıldızlar bize, biz yıldızlara bakıyorduk o gece. Seyri sefadaydık,unutamam. Sokrates’e göz kırparak, bildiğim tek şeyin aslında hiçbir şey bilmediğim olduğunu öğrenmiştim o gece ben de. Bana soğuk gelen o mavi yıldızlar aslında en sıcak yıldızlarmış, alev parlayan o kırmızı yıldızlar da bir o kadar soğuk.
Annem bana küçük Sirius’ um derdi. O, gökyüzünün en parlak yıldızının ismiydi. Bunun beni nasıl mutlu ettiğini anlatmam mümkün bile değildi.
Her duyguyu yaşadığım bir zamandı. O gece güvenim de biraz kırılmıştı. Işığında kendimi kaybettiğim Ay, ışığını Güneş’ten ödünç alıyormuş meğer. Bunu siz insanların arasında da yapanlar muhakkak vardır.
Uzaktan gelen rüzgarın uğultusu ile karışan bir ses duydum. “Rüzgar, ayrılıktır. Rüzgar uzaklaştırır, koparır.” dedi annem. Ne demek istediğini anlayamamıştım.
Şimdi bir sonbahar mevsiminde ne demek istediğini anlıyorum.
“Düşüyorum anne!”
“Gelinliğine ne oldu? Bu dumanlı halin neden? Bu sesler neden? Korkuyorum anne!
Elimi tut lütfen, düşmek istemiyorum! Senden ayrılmak istemiyorum!”
Düşüyorum anne…
Nereye gittiğimi bilmeden, nereye düşeceğim hakkında hiçbir fikrim yokken hızlı bir şekilde kayıyorum gökyüzünde.
Rüzgar savuruyor beni. Uzaklara sürüklenirken, sana bir daha dönemeyeceğimi çarpıyor yüzüme.
Düşüyorum, benimle birlikte düşen sayamayacağım kadar yağmur damlası var etrafımda.
Belki de düşmek iyi bir şeydir anne? Yeryüzü bana anlattığın kadar kötü bir yer olmayabilir.
Diğer yağmur damlaları yere düşerken kendi aralarında konuşuyorlardı.
İnsanlar bize kavuşmak için dualar ediyormuş. Çok kıymetliymişiz. Milyarlarca canlının yaşamı benim varlığımın son buluşu ile olacaksa eğer olmasın mı anne?
Meğer insanoğlu bize ne çok anlam yüklüyormuş.
Kimi ıslanmaktan korkarken kimi üzerine düşmemizden keyif alıyormuş. Kimi bizi görünce sevinç naraları atarken kimi efkarlanıyormuş.
Ben çok güçlüymüşüm!
Birini istersem mutlu da edebilirim, mutsuz da! Birine umut olabildiğim gibi diğerine karabasan gibi çöker, onu geçmişinde boğarak canını yakabilirim! Ben sararmış solmuş bahçeleri yeşertebileceğim gibi, seller yaratarak insanları hayatlarından söküp atabilirmişim!
Ben bir yağmur damlasıyım ama o damla bizim bildiğimiz kadar küçük değilmiş anne.
Düşüyorum. Şanslıyım ki yemyeşil bir yere doğru. Bu rengi her zaman çok yakından görmek istemiştim. Ona doğru yaklaşırken kollarını açmış beni bekliyordu sanki.
Seni özleyeceğim anne. Seninleyken ve senden sonra öğrendiğim birçok şey ile yolun sonuna geliyorum. Görüyorum ki bu bildiklerim benimle birlikte yok olmayacak. Bana kucak açan toprak onları benden almaya hazır gibi duruyor.
Güneş görünüyor sanki ufaktan, hangisi sensin bilmiyorum ama gelinlikleri giymeye başladınız sanki. Seni son kez görmek istediğim hal de buydu! Hoşça kal anne!
Önce bir çiçek kokusu aldım, sonra da bana seni hatırlatan bir ses “Seni bekliyordum.”dedi.
Düşerken o kadar yorulmuştum ki kendimi üzerine attım. Hemen içine çekmeye başladı beni, sarıp sarmaladı.
Her şey yavaş yavaş kayboluyor anne.
O da ne? Yedi renkli bir kuşak! Bu Gökkuşağı mı? Onu görmeden yok olacağım için
çok korkuyordum.
Gördüğüm son şeyin yedi renkli bir kuşak olmasının verdiği huzur ile kendi hayatıma son verip başka hayatlarda yeşermeye gidiyorum.
Anne…