Ilık bir bahar günü. Tabiat uykusundan kararlılıkla uyanmış, göğsünden yeni bir hayat damıtıyor. Gökler cam gibi parlak, masmavi. Sular yatağına sığmıyor, çağıl çağıl ve berrak. Bulutlar apak, kabartılmış yün yumağı gibi diri ve ihtişamlı. Güneş merhametli, yakmadan tatlı tatlı gülümsüyor insancıklara. Toprak, rengârenk çiçekler devşirmiş bağrından. Yüz görümlüğü edasında gururla sergiliyor. Devşirilen çiçekler, burcu burcu kokmakta. Yalçın bir dağ gibi dimdik tutuyorlar gövdelerini sergilenmekten memnun. Ağaçların körpe dalları ile kuşlar söyleşiyor. Çimen yumuşak, yemyeşil, taze ve ıslak. Keskin, ince rayihası ile börtü böceğe arz-ı endam ediyor. Narince kelebekler uçuşuyor dört bir yanda sevinçle. Doğuran ve doğurulanlar kanlı canlı akiste. Varlık, doğasıyla uyumlu. Her şey olması gerektiği gibi. İnsanlara bin bir armağan sunuluyor. Tabiatın mutluluk şarkısını hafifçe esen rüzgâr söylüyor.
İnsanlar da tabiatla birlikte yeniden canlanmış, bu güzel bahar gününü keyifle tüketmeye çoktan karar vermişlerdi bile. Kimi ailesi ile soluğu dışarda almıştı, kimi arkadaşları, kimi sevdiği ile… Sokaklar tenhalığından sıyrılarak dolup taşmış, ıssız kalan parklara her yaştan insan oluk oluk akmış, doğanın neşesi ile uyumlu muhabbet halkaları oluşturmuşlardı. Dudaklar kıpır kıpır, bedenler çevik, gözlerin feri yerindeydi. Taze kan yürüyen yüzlerde bir bahar tebessümü dikkat çekiyor, herkes halinden oldukça memnun görünüyordu. Yaprakların, kuşların, rüzgâr ve insanların sesleri birbirine karışmış sonsuz bir neşeyle mütemadi yankıdaydı. Ama ne olursa olsun en mutlu ve kaygısız görünen ve gerçekten göründükleri gibi olan çocuklardı. Onların “bu konuyu patrona nasıl açsam?” veya “şimdi düşecek bir yerini kıracak” vs. gibi dertleri yoktu. Çocukluğun getirdiği kaygısızlıkla sağa sola koşturup duruyorlar, çetrefilsiz dünyalarında yalın yaşıyorlardı. Tüm bunların dışında yer alan biri vardı. Aslında biri değil, birçoğu; fakat şu an yalnız biri görünüyordu. Onu da görebilenler görüyordu…
Uzaktan bir adam ayaklarını sürüye sürüye, bitkin bir halde park alanına girdi. Ortamdan kopuk, yenilenen dünya ve insanlarla oldukça çelişikti. Yabanıllık okunuyordu tavırlarında. Bedeni o kadar güçsüz, üstü başı o kadar perişan, yüzü o kadar solgundu ki ölüm döşeğinden kalkmış izlenimini veriyordu. Kimse onu fark etmedi. Bu da onu üzmedi. Çünkü fark edenler ya dilenci sanıp hakaret ediyor veya bir şey söylemeyip tiksinti ile bakmakla yetiniyordu. Bazen kovalanıyor, itilip kakılıyor, uğradığı hakaretlerin bini bin para oluyordu. Yer bulamıyordu kirli paslı haliyle özü toprak olan hemcinslerinin dünyalarında… Hepsine alışmıştı. Bu yüzden dert etmedi. Başı önünde sessizce ilerleyerek bulabildiği en tenha köşeye çekildi. Şu ana kadar fark edilmemişti. Sevindi. Oturduğu ağacın altında bir süre bakındı etrafına boş gözlerle. Ancak o zaman fark edebildi baharın müjdelerini. Göğün maviliğini, ağaçların yeşilliğini, çiçeklerin güzelliğini izledi. Fakat diğerlerinde olduğu gibi pek tesir etmedi bahar gönlüne. İlgisini kesti. Çocuklara çevirdi başını. Neşe ile cıvıldaşıyorlardı. Neşeleri fazla geldi gönlüne. Onlarla da alakadar olmadı. Sonra el ele oturan yaşlı bir çifte takıldı yorgun ve çukurlarına kaçmış küçük gözler. Bir mana bulur gibi oldu yüreği. Bulduğu manaya imrendi, gülümsedi. Bir süre de onları izledi. Manayı gönlünde sindirdikten sonra tekrar kendi dünyasına döndü. Ne yapacaktı? Hayatını nasıl sürdürecekti? Gidecek hiçbir yeri yoktu ve uzun zamandır işsizdi. Karısını ve kızını korkunç bir trafik kazasında kaybetmişti.
Karısının gözleri görmüyordu, kızı ise daha küçüktü. Dışarı çıktıkları bir gün fark edememişti geliyorum diye çığlık atan eceli. Kadın hemen orada can vermiş, kızı ise sakat kalmış ama o da çok az yaşamıştı. Belki de Allah küçük kızın acı çekmesini istememiş, hem de annesinden ayrı kalmasına razı olmamıştı. Kim bilir… Kendini toparlaması kısa sürmüş, her şey normale dönmek üzereyken bu sefer de iş kazasında kolunu kaybetmişti. Bela geldi mi üst üste geliyordu nedense. Yarım insan kabul edilerek işten çıkarılması uygun görülmüş, kaybettiklerinin bedeli olamayacak cüzî bir tazminat verilmişti kendisine. Bir şey yapamamıştı, ustabaşına bön bön bakmaktan ve derince susmaktan başka. Daha sonra hiçbir yerde işe kabul edilmemiş tüm girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Bir süre sonra sokaklardaydı. Küçük kızın ölümündeki hikmeti ancak o zaman anlamıştı. Şimdi ne yapacaktı? Ne kadar daha sürecekti bu acımasız itiş-kakış? Yaşama tutunmak için bir sebep bulacak, kapanan kapılar açılacak mıydı? Yeniden insan yerine konulacak, gözler kendisine varlığına yüklenen asılsız ithamlardan kopmuş olarak yeniden manasız, herhangi birine bakar gibi bakacak mıydı? Böyle dalmış düşünürken iri yarı bir adamın kendisine doğru yaklaştığını gördü. Hayra bir geliş olmadığı gelişinden belliydi. Merakla bekledi. Adam hışımla geldi ve kuvvetli bir tekme indirdi cılız vücuduna. Zavallı adam acıdan iki büklüm olmuş, korku dolu gözlerle bakıyordu tepesinde dikilen bu iri yarı adama. Acının iniltisi baharı gölgeledi. Sormasına gerek kalmadan haykırarak açıklama yaptı adam, ayaklarının dibinde kedi gibi büzülmüş bu zavallıya:
– Demek burada el âlemin çocuğunu kollayıp kaçırıyorsun ha!
Şaşırdı. Kekeleyerek cevap vermeye çalıştı. Lakin buna izin verilmedi. Adam, darbını daha büyük bir öfkeyle yineleyerek öncekinden gür bir sesle tekrar haykırdı:
– Eğer hemen buradan defolup gitmezsen o çelimsiz bacaklarını kırarım bir daha hiç gidemezsin!
Kimse müdahale etmedi. Herkes büyük bir merakla seyirle yetindi. Açıklamak istiyordu ama adamın laftan anlayacağı yok gibiydi. Bir kere damgalanmış, üzerine arsız bir etiket yapıştırılmıştı. Kolay kolay çıkacağa da benzemiyordu. Kabullendi. Öfkeli adam üzerine doğru eğilerek elini bedenine uzattı. Tutacağı bir şey bulamayınca şaşaladı. Duruverdi aniden. Onun durgunluğundan yararlanarak tek elinden aldığı dayanakla çaresiz kalktı, parkın dışına doğru hızla yürümeye başladı. İki büklümdü. Tek eliyle sızlayan bedenini ovuyor, gömleğinin sağ kolu boşlukta sallanıyordu… Bu halini gören bazıları acıdı. Az evvel onu tekmeleyen adam ardından tuhafça bakıyordu.
Öfke ile karışık hüzne kapıldı. Gülse miydi, ağlasa mıydı karar veremedi. Birileri kolunun olmamasına dayanarak onu işe yaramaz görürken, birileri de kendilerine zarar verebileceğinden endişeleniyordu. Aslında hangisiydi? Bunun muhasebesini yaparak ilerledi. Parktan epey uzaklaşmıştı. Dinlenmek için durduğunda beyaz ve yüksek bir duvar üzerine asılmış ilan dikkatini çekti. Duvarın üzerinde “bahçe işlerinden anlayan işçi aranıyor” ilanı asılıydı. Umudu tazelendi. Yorgunluğunu, öfkesini ve acısını, ayrıksılığını unutarak umutla yaklaştı. İhtişamlı kapı açıktı. Bahçe büyük ve bakımlıydı. Eve doğru ilerledi. Usulca zile bastı. Kapıyı otuz, otuz beş yaşlarında gayet iyi ve temiz giyinmiş, orta boylu bir hanım açtı. Görünüşü kusursuzdu. Önce her ikisi de birbirlerini dikkatlice süzdü. Ardından kadın, görüntüsüyle çelişen aksi bir sesle sordu:
– Ne var?
Adam önce utandı ve ürktü bu soğuk ve aksi sesten. Sonra cesaretini toplayarak kadına neden geldiğini açıklayabildi. Kadın aynı aksi ve soğuk tavrıyla hiç çekinmeden sıraladı cümlelerini:
– Aman be! hepiniz aynısınız. Açıkça dilenmeye geldim demezsiniz de namuslu ayaklarına yatıp iş arıyorum, dersiniz. Hadi kardeşim, hadi sana ayıracak vaktim yok benim. Başka kapıyı aşındır, hadi!
Umudu sönüverdi. Dokunaklı bir tebessüm yayıldı dudaklarına… Dil dökmenin yararsızlığını tecrübe etmişti. Arkasını dönmüş, kapıya doğru ilerliyordu ki kadının o aksi sesi çınladı kulaklarında;
– Bana bak, kapıyı çekmeyi unutma sakın!
Aldırış etmedi, aynı tavırla yürümeye devam etti. Çıkmak üzereydi ki kapıdan içeri lüks bir araba girdi. Durup baktı. İçinden az önceki kadına benzeyen genç bir kız çıktı. Arka kapıyı açtı. Oradan da bir köpek fırladı dışarıya. Kendisini kovan kadın hâlâ kapının önündeydi. Eğildi, kollarını açıp beklemeye başladı. Bu sıcak ilginin karşılığını da aldı! Köpek dili dışarda hanımın kucağına atladı. Az önce kendisine aşağılayarak bakan ve kovan kadın şimdi eğilmiş köpeği okşuyor, öpüyordu. Bir süre böyle devam etti. Sonra genç kıza döndü ve merakla sordu:
– Ne dedi doktor, nesi varmış yavrumun?
Kız umursamaz bir eda ile cevap verdi:
– Amaaan abla, yok bir şey. Doktor, kırmızı eti kesin, bir şeyi kalmaz diyor,
Dedi ve içeri girdi. Kadın bu habere oldukça sevinmişti. Bir müjde tebessümü yayıldı gergin simasına. Az evvelki aksi kadın değildi. Neşelenmişti. Büyük bir sevgiyle köpeği kucağına alıp o da içeri girdi. Adam hareketsizdi. İnanamıyordu. Görüp duyduklarına, şahit olduklarına inanamıyordu. Kalakaldı ve donuklaştı. Caddede yankılanan korna sesi ile kendine geldiğinde olup bitenleri idrak ederek acımasız bir kıyasa başladı. Kendisi günlerdir açtı. Karnını çöpten bulduğu ekmeklerle zor doyuruyordu. Yalnız ve sevgisizdi. Kimsenin umurunda değildi. Horlanıyordu. Fakat bu köpek seviliyor, ilgi görüyor üstelik kırmızı eti fazla yemekten hastalanıyor ve doktora gidiyordu. Bahçe kapısının camına yansıyan suretine takıldı gözleri. Alayla seyretti.
-İt kadar değerin yok ulan!
Diye seslendi suretine öfkeyle bir yabancıya seslenir gibi…
Kadınlar kapıyı çoktan kapatmış, içeri girmişlerdi. İçerden kahkahaları ve köpeğin neşeli havlamaları duyuluyordu. Birden içinde köpeğe karşı müthiş bir kıskançlık hissetti. Sarsıntısı devam ediyordu ama toparlandı. Çaresiz ve sessiz, geldiği yöne doğru gönlü kırık yürüdü gitti…