Henüz vakanüvislerin kalemine düşmemişti ismi. Yaşı on sekiz, bıyıkları yeni terlerken masum bir çocuktu.
O, kaynayan bir kazanın ateşini harlayan asırlık odunları çıplak eli ile almaya çalıştı ateşin içinden. Böyle başladı hikayesi, çok önceden belliydi bu hikaye böyle bitmezdi. Bilginin ve azametin sahibiydi. Ya da kendini öyle zannetmişti. Nihayetinde mülkün hamisi, sözünün üstüne söz gelmeyendi. Gözünü budaktan sakınmazdı, ecdadı gibiydi. Değil mi ki Beyazıt dedesi, cenk meydanında, kendisini kale gibi kuşatıp koruyan yeniçeri askerlerinin içinden bir nefeste çıkıp da harp meydanında Yıldırım ismini adının önüne getirmişti. Değil mi ki tahtta en uzun kalan, ömrü savaş meydanlarında geçen dedesi Süleyman’ı herkes “muhteşem” adı ile bilirken kimse ona 1. Süleyman demezdi. Bilirdi, kendi de ecdattan bir nefesti. Adına hutbe okunup para basıldığında tüm padişahlık nişanları birer birer tamamlanırken çok toydu. Geçmişin şanlı kıssalarını dinleme vakti çoktan geçmiş, şimdi kıssalara konu olma vakti gelmişti. O da ecdadı gibi asırlardır süre gelen bir isimle muhafaza olundu. Osmanoğullarından bir oğuldu. Daha güç ile acziyetin arasındaki ince çizginin farkını bilmeyen masum bir çocuktu.
Önce Hotin seferinde acizliği gördü. Çünkü bilirdi ki mülkün hamisi, ordusunun acizliği kendi acizliği demekti. “Efendinin kaderi kulunun anlında yazılı” öyle değil mi? Sanki o asırlık ordu hiç olmamış gibi masallar diyarında kalmıştı gemileri kardan yürüten kutlu fethin kutlu ordusu. Sanki uçsuz çölleri aşıp Şah’ın üzerine yürüyen Yavuz’un ordusu olmamıştı bu ordu. O gün cenk meydanında geçmişle gelecek hesaba durdu. Zarar kârdan çoktu. Kuşkuluydu, huzursuzdu.
Alışılmıştan farklıydı. Devşirmenin karşısına yerli gücü çıkarmaktı emeli, gizli değildi fikri ama aşikar oldu niyeti. Seveni vardı elbet ama sevmeyeninin aşra çıkıyordu sesi. Kazan kaynadıkça asırlık odunlar daha da alevlendi. En az kendisi kadar ordusu da kuşkuluydu, huzursuzdu.
Alışılmıştan farklıydı. Şeyhülislamın fetvasını aşmak pahasına eline kardeş kanı bulaşmıştı. Üstelik ”olmaz” diyen fetvayı iki defa da yırtmıştı. Nereden bilirdi bir fetvanın kaderini böylesine değiştireceğini. Bilemezdi, belki de bilmek istemedi. . En az kendisi kadar uleması da kuşkuluydu, huzursuzdu.
Alışılmıştan farklıydı. Ecdadı hiç yerli ailelerden evlilik yapmamışken O, ulemanın üzerinde çokça tesiri olan şeyhülislamın kızını nikahına aldı. Kimsenin bir diyeceği yoktu elbet buna. Ne zaman ki mülkü terk edip Hacc’a gitmeye niyet etti o vakit ateş iyice alevlendi. Çünkü önce devleti, sonra kendini düşünmeliydi.
Kader çizgisi bu, ne yönü gider kestirmek zordu doğrusu. Bir Ramazan günü oldu olanlar. Sarayın iç kapılarını ardına kadar açık buldu, kutlu iken zalim olan ordu. Mahremine uzanırken karanlık eller O daha masum bir çocuktu. Yanı başında duran bostancı kulları yerlerinde dahi yoktu. Tarih, olup bitene şahit yazdı zevcesi olan şeyhülislamın kızını.
Başı açık, ayakları çıplak, üzerinde kefen niyetine beyaz bir entari… Öylece alıp götürdüler Onu. Zalim olana alet oldu kendi ordusu. Kaderi bir Yeniçeri Ağasının elinde, bu
Ramazan sabahının alaca vaktinde, yer değiştirmişti efendi ile kul. Sarayın bahçesinde güller her şeyden habersiz açarken, tüm İstanbul korkulu bir bekleyişe hazırlanıyordu.
Gecenin sabaha döndüğü yerde Ağakapısına getirdiler Onu. Çaresiz bir çocuktu. Sığınması gereken son yere sığındı. Hem değil mi ki adı Yeniçeri defterinde hep birinci sıradaydı. Ama olmadı. Kapılar yüzüne kapandı. Efendi, bir avluda kalabalığın ortasında yapayalnızdı. Şimdi sadece Allaha kul sıfatıyla donakaldı. Gözünden çenesine yuvarlandı gözyaşı. “Görün işte halimi, daha sabah padişahtım şimdi anadan üryanım.” Avazı çıktığı kadar bağırdı. Kan kırmızıydı gözleri, ihanetin rengi yoktu. “Kut” vardı kanında, kanının ulu orta yere akması hayra yorulmazdı.
Başına beyaz temiz bir tülbent atıldı. Malum hünkar başı açık olmazdı. Kalabalık yollardan geçirerek getirdiler Yedi kule zindanlarına. Geçtiği yerlerde halkın gözünde korku, yaşı On sekiz O hala çocuktu. Uğursuz bellemişlerdi Onu. Değil mi ki O hükümdar olduğunda güneş tutulmuş, boğazın serin suları buz tutmuştu. Celladının gözünde düpedüz uğursuzdu. Bu noktadan sonra bu işten dönüş yoktu.
Ecdadı gibi dirayetliydi. Zindan soğuğunda son gücüne kadar boğuştu. Celladının elinde çaresiz bir çocuktu. Boynuna geçti yağlı bir urgan. Geride kaldı tüm bir cihan. Geride kaldı Hilafet ve Sultan.
Kaderi son buldu. Yedikule zindanları içinde masum bir çocuktu.
Biterken hikayesi, Osman Gaziden çokça vakit sonra…
Ecdadı, sayı sıfatlarını aşıp isimler alırken adlarını önüne, O ne Mehmet gibi Fatih ne Selim gibi Yavuz ne Süleyman gibi Muhteşem değil, masumiyeti anlatan bir ön adın sahibi oldu.
Vakanüvisler altın sırmalı kağıtlara bu bahtsızı Genç Osman diye tarihe şerh koydu.