Başını alıp giden her hüznün
İpekten bir kalıntısı vardır
Aşıkların menevişli giysilerinde
En derininden tutun
En zahirine kadar
Her hüzün bir teşhire bulaşır
Varoluşumuzun ters manyelinde
Gece yarısı değil
Sabahın körü de değil
Öylesine ikindi vakti gelen alelade bir hüzündür meyvesini yediğimiz
Matbaa köşelerinde kaldırım taşları sayan şairlerin bilabil iç çekişlerinde.
Ne sarıdır hüzün dediğimiz; akıbeti belirsiz hastalıkları çağrıştırır.
Ne siyahtır; varlığını başka renklerin mihrabına karıştırır
Kırmızıdır ki
Bizleri kızarmışlığın her zaman sağa sola savrulan maziye değil
Hep bir ağızdan söylenen şarkılarda
Göğüs kafeslerimizi zorlayan bir gülün sahiliğine alıştırır
Lavtaların aydın kisvesinde
Başını alıp giden her hüznün
İpekten bir kalıntısı vardır
Öylesine naif
Öylesine hafif bir tül gibi dokunur
Lodosların eserken düşürdükleri
Levant aşıklarının sırlarını teşhir etmek zorunda kalan
O çınarlardan daha çınar zeytin dallarının beneklerine.
Zeytin dallarına sorularım var
Bütün bu apaçık karanlığın omuzlarında şiir yazarlarken
Hiç bakmak istemiyorlar mı o kadim kentlerin sütunları arasından
En son kendime sormuştum bunu
Olanca gayretiyle dipnotlar üzerinde sıçramaya çalışan bir delikanlı için neydi hüzün
Tecessüse rast gelmek için
El feneriyle tahrik ettiği aydınlarca refüze edilmek mi
Yoksa birkaç ayeti anlamak mı
Sönmesine lüzum bulunmayan yangınların eğreti cennetinde
Başını alıp giden her hüznün
İpekten bir kalıntısı vardır
Öylesine düzgün
Öylesine sıralı
Her seferinde devrilen bir sonraki taşta vücut bulduğum bir domino zincirinde ben
Kaç tepkime varsa hüznün açığa çıkması için
Hepsini nakşettim bu şiirin en şatafatlı yerlerine.
İnsan karanlıkta muhtaç kalıyor bağırıp çağırmanın o mor renginden de mor ürpertisine.
Cam kırıklarındaki harfleri birleştirmeye üşenmesem
Birkaç çatlakla anlatabilirim bin yıllık kırmızılarımı.
Bir avazda çıkabilirim bu şiirden;
Sevmesem bir kadını
Teşhire lüzum bulunmayan bembeyaz cehennemimde.