Annemden çıkan sese uyandım. Yeni yılın ilk günüydü. Dışarıda kar vardı. Annem uykusunda ağlıyordu. Ben yatağımdaydım. Köşeme sığındım. Birden büyük bir boşluk oluşmuştu. Odamdaki eşyalar anlamını yitirmişti. Annem ağladıkça düşüncelerim büyük bir nedensizliğe varıyordu. Ameliyat olduğu için babama kızgındı annem. Ben ikisine de öfkeliydim. Dizlerimi çeneme çektim. İyiyi düşündüm. Annemin beni fark etmesini beklemekten başka bir çarem yoktu.  Öylece bekledim. İkimiz de günü yatakta geçirdik.

 

Yeni yılın ikinci gününde hava daha da soğuktu. Ben erkenden uyandım. Anneme baktım. Tütsülü kirpikleri hareketsizdi. Ağlamıyordu. Neden sonra kirpikleri aralandı. Uyanıyordu. O ağlamasın istiyordum. Aynasını istedi. Vermemek için direndim. Kirpiklerinin nasıl bu hale geldiğini bana göstererek anlatacakmış. İstediği aynayı uzattım ona. Ben de yanına oturdum. Ben iki yaşındaymışım. Çok soğuk geçen bir yılmış. Evimizde odun bitmiş. Üzerine çıkıp, yelesine tutunduğum atımı gözüne kestirmiş annem. Çünkü çok üşümüş. İçi saman dolu atımın önce kafasını koparmış. Başsız gövdeden bacakları ayırmak pek kolay olmamış. Samanlar etrafa yayılmış. Yine de at parçalanmamış. Annem iyice hırslanmış. Bir ileri, bir geri sallandığım kızak ayaklı atımı parçalara ayırmayı başarmış. Atımı parça parça sobanın içine tıkmış. Kibriti çakmış. Soba birden alev almış. Samandan at, çabuk tutuşmuş. Atımın kişnemesi o kadar kuvvetliymiş. Ki annemin kirpiklerini de yakmış. Sonra hiçbir şey söylemeden uyudu. Ben de yanındaki yatağa uzandım.

 

Babam, küçükken sulu zatülcenp olmuş. Hasta bir çocuk olarak da büyümüş. Bu yüzden, büyükanneme hep kızardı annem. Kendi oğluna neden iyi bakmadığını sorar dururdu annem. Bu kadar şeye rağmen, ana oğul pek sevişirlerdi. Büyükannem, uzun boylu, incecik bir kadındı. Mütemadiyen önüne bakardı. Kaybettiklerinin yasını tutardı. Bize çok seyrek gelirdi. Yüklendiği yasları evinde bırakmazdı. Onları da peşinden sürüklerdi. Annem bu sebepten de kızardı kayınvalidesine. Babama dalak yedirirdi. Keçi boynuzu, bal, tahin pekmez. Kocası güçlensin isterdi. Onu beslerdi ama bir o kadar da söverdi. Annem bunu bir oyuna çevirmişti. Bu oyununu babamda uyguladığı gibi bende de uyguluyordu. Beni döverken birden fikir değiştirir severdi beni. Severken de nedensiz döverdi beni.

 

Üçüncü günde de annemden evvel uyandım. Dışarıda kar hâlâ yağıyordu. Üç gündür hiç durmadı. Annem uyandı. Bir sigara yaktı. Tek bir nefes çekti. Dumanını içine hapsetti. Sigarasını kül tablasına bastırdı. Sesini çıkartmadan sürekli bir şeyler anlattı. Annemin içi dolmuş, taşıyordu. Onu işitmesem de dinledim. İkimiz de farkında değildik ama yerimizde sallanıyorduk. Birden ağlamaya başladı. Islak rayda kayan bir yorgun tren gibi gözyaşları vagon vagon aktı. Uzun uzadıya anneme baktım. Kadın olmak ne zormuş. Yapacak bir şey yoktu. O ağladı, ben dinledim. O uyudu, ben seyrettim. Ben de uyumuşum ki yeni güne babamın ölümünün dördüncü gününe uyandım. Her şey aynıydı. Babamın ölümü gerçekti. Günler de anlamını yitirmişti.

 

Babam her sabah işe giderdi. Akşamları da evine dönmesini bilirdi. Hastalıklı olsa da azıcık çapkın bir adamdı. Yine de bizi ihmal etmezdi. Ben, hiç sevmezdim babamı. Annem de babamı tamamlayacak ya, kararındaydı kıskançlığı. Ne yalan söyleyeyim, annemi de sevmezdim. Tüm gün bağırır, çağırırdı. Babama söverdi. Onunla, bitmek tükenmek bilmeyen bir derdi vardı. Babanın gömleğini yıkayacağım. Pantolonunu ütüleyeceğim. Baban gelir birazdan. Sofrayı hazırlayacağım, diyerek tüm gün evin içinde dolanır dururdu benim annem.

 

Kahverengi yeşil çiçekli örtünün altındaki koltuğa oturdu. Parmağındaki kadim halkasını çevirdi. Kül tablasında sigarası ufaldı. Tuhaf, çok tuhaf bir gülümseme vardı yüzünde. “Rüyamda falanca falcı falıma baktı,” dedi annem. Rüya görmesi iyiye işaretti. Annemin hâlâ gerçek yaşama dönme umudu vardı. Falcı bir aşktan bahsetmiş. Delirmekle yatağı toparlamak arasında gittim geldim. Sürekli “Muhtelif aşklar,” diyordu annem. Beklenmedik bir kahkaha patlattı. Odasından dışarı çıkmayan anneannem yanımıza geldi. Neler olduğunu sordu. Annem de anlattı. Ben anlamıyordum konuştuklarını. Sanki dilleri farklıydı. Arada “Aptal!’’ diyordu anneannem. Sesler yükseldi. Mutfaktan gelen takırtılar da arttı.

 

Mutfağa geçtim. Bulaşıklar üst üste yığılmış. Kara, koca böcekler dolanıyordu küflü ekmeklerin üstünde. Ne zaman yerleşmişlerdi, habersiz misafirlerimiz. Uzun ayakları, her birinin solungaç gibi anten bıyıkları vardı. İkili, üçlüydüler. Çocukları onar onar. Kalabalık ve büyük ailelerden. Öfkemi onlara kustum. Böceklerin bir bir üzerine bastım. Çıt çıt kırdım bacaklarını. Bir bir kafalarına patlattım. Sağa sola kaçıştılar.

 

            Günler geçti. Anneannem peynirli poğaça yaptı. Kıyır kıyır. Taziyeye gelecekler varmış. Gri perdeyi açtım. Doluştular salona. Morlar, lacivertler, sarılar, yeşiller, kırmızılar giymişler. Takmış takıştırmışlar. Üst üste yan yana bir dizi esvap içindeler. Herkes yedi, içti. Anneannem dudaklarını oynattı. Annem ondan önce bir şeyler mırıldandı. Yine de kıyım kıyım kestiler annemi. Nihayet şen dulları uğurladık. Annem perde arkasından ahlar vahlara topluca el salladı.

 

Nihayet sekizinci günde dışarıya çıktım. Okula gittim. “Oh dünya varmış,” dedim. Okulun bahçesi  cümbüş, kayadan kayaya sıçrayan bir oğlak gibiydim. Akşam  eve geldim, eşikten  içeri kargacık burgacık girdim. Annem eskisi gibi şen şakrak kapıya geldi.  Ben gayri kabil. Ayakkabılarımı çıkardım. Annem pencereleri açmış, evi de ilaçlamış. Anneannem de çay demlemişti.

 

Anneannem kısa boylu, şişman bir kadındı. Misafir gelmeyecekse evdeyken, kocaman cepli entariler giyerdi. Cepleri kuruyemiş yüklü olurdu. Birer tutam avucuma doldururdu. Şen şakrak bir kadındı. Anneannem bugün pek bakımlı. Burnu pudralı. Sarı saçlarını mizanpliyle iyice kabartmış. Beyaz pamuk ellerinde tırnaklarına ojesini sürmüş. Eve bir bahar gelmişti.

 

Annem cebinden bir mektup çıkardı. Okuyacakmışım. Emir büyük yerdendi, mecburiyetten okudum. Annemin söylediğine göre, falcının bahsettiği o mektup buymuş. Babamın ceketinin cebinde unutmuş. Adam ne bilsin öleceğini. Annem saçlarını sıfır numaraya kazıyacak kadar kendini kaybedince annemin rüyasına giren falcı kadın anneme yol göstermiş. Aynen rüyasındaki gibi babamın ceketinin cebinde duruyormuş mektup. Okuduğum bir aşk mektubuydu. Ne bana, ne de anneme yazılmıştı. Satırlar babamın adıyla başlıyordu. Ne budalaymışım, ne budala, derken annem hem kükrüyordu, hem de gülüyordu. Salonda, orta sehpanın üzerinde babamın mevlidinden artakalan  şeker paketleri duruyordu. Külahların içinde minik şekerler. En üstte tek bir lokum. Üzerinde de bir güzel akide şekeri. Bir tanesini açıp da akidesini ağzıma atsam, kızılca kıyameti koparırdı annem. Külahları tırtıklamamam için tembihlenmiştim. Annem gözleriyle bana külahları işaret etti. Muzip bir çocuktan farksızdı. Ana kız dişimizi kanata kanata yedik akideleri. Anneannemde boşalan çay bardaklarımızı doldurdu.

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Leyal Tankaya

Çok güzel bir öykü.

Yeşim Günay

Yazmaya devam… Sevgilerimle…

%d blogcu bunu beğendi: