“İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah.
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.”
Orhan veli KANIK
Bence, bu dizelerin hayattaki karşılığıydı bizim Muzaffer. 40’ını aşmış bir çocuk. Halkın içinden halka bağlı, halkla beraber, kocaman yürekli bir halk çocuğu… Ve her zaman siz uykudayken, biz uykudayken, hepimiz uykudayken işi gücü sadece bu olup gökyüzünü boyaması Muzaffer’in… Mavi… Masmavi… Pürü pak… Tertemiz sokaklar… Tertemiz sabahlar… Taptaze, yemyeşil Anamur sabahlarıdır Muzaffer…
Edebiyat öğretmenimiz Eren Ballı’nın ilkokuldayken sınıf arkadaşıymış Muzaffer… “Bozyazı’daki okulumuzda okurken, bir gün sınıfın penceresinden atlayarak kaçıp gitti, bir daha da dönmedi.” diyor, anılarındaki sınıf arkadaşını anlatırken… Sahi onun okulu sokaklar mıydı ki ya da zaten baştan çözmüş müydü yaşamın sırrını? Girift bir bilmece… Tüm cevapların Muzaffer’de saklı olduğu… Sahi Dalgacı Mahmut da arkadaşı mıydı Muzaffer’in? Gökyüzümüzü maviye boyayan her sabah!
Onun sınıf arkadaşı olmak, onunla derslerde yazılılarda takılmak, arada bir arka sıralarda haytalık yapmak, spor müsabakalarında bulunmak… Bayram törenlerinde gösterilere katılmak canlanıverir bir an bir film karesi gibi gözlerimin önünde… Bir müsamere gösterisinde rol paylaşmak… Yine o kendi rolünü mü oynardı acaba diye düşünmeden edemedi aklım Muzaffer’i düşünürken… Muzaffer’le 19 Mayıs bayram törenlerinde kule gösterisinde olmak… Kulenin en üstünde bayrağı açan ya da arkadaşına omuz vermiş bir Muzaffer; canlanıverdi bir daha bir daha gözümün önünde…
Sevdalanmışsa mesela nasıl bir kıza sevdalanırdı Muzaffer… Sevdiğine hangi şiirleri fısıldar, saçlarına hangi renk çiçeklerden takar? Çocuklarına nasıl bir babalık yapardı?
Düşler… Düşler… Düşler, bir şiir olup dökülüverdi Muzaffer’le birlikte masamın üzerindeki çay bardağımın üstüne… Ilık ılık, tavşankanı düşler yağdı sözcüklerime!
Yaşam sadece bir fotoğraf karesi kadar minicik bir an bazen… Bazen de bir şiirin ilk ya da son dizesi… Bir şarkının belki arasında küçük bir nağme bazen… Sihirli yumuşacık… Kulağımızdan giren gönlümüzde çoğalan… Onun kayboluşunu, öldüğünü anlatırlar bazen üzülürüz. Tüm mevsimler güz… Bazen de şurada, burada, orada gördük derler ya hani, yüzümüzde koskoca bir güneşli Akdeniz… Ağustos sıcaklığında gülümsememiz…
Benim için Muzaffer öldüğünün ya da ölmediğinin bilinmiyor olması… Ve cevabını hiçbir zaman bilmeyeceğim bir düş olarak kalması… Bilmek tüketmektir umudu… Oysa hala, bir köşenin başında, bir sokağın arasında, Bulvar Caddesi’nin ortasında, geçmesine inanmak… İnanmanın en güzeli… Kalbimizde bir çiçek yeşertmek isteriz Muzaffer’e dair… Yaprakları kırılmasın, renkleri solmasın isteriz…
Tatlıcı Kamillerin evinin önüne gelerek “Muzaffer datlı ister.” deyişleri… Evin gelini Gülizar’ın ona büyükçe bir sinide ekmek, yemek, pilav, yoğurt ayran aş vermesi… Çay da içer min diye sorulmadan Muzaffer’in önüne çayın uzatılıverilmesi… Üstü başı pisse, yırtılmış eskimişse uygun bir giyitin Muzaffere giydirilivermesi… İhtiyacı kadar olanı alıp fazlasını oracıktaki taş merdivene iliştirivermesi…
Yaşarmış gibi bir umudu hala kalbimde canlı tutmak hayallerin en güzeli… Yaşamın hala kıymetli, insanların hala masum sabahlarımızın, sofralarımızın, nefesimizin hala tertemiz olduğuna inanmak gibi, taze, diri güzel kılıyor bizi… Tıpkı ovanın üzerinde yayılan, kırılgan bir ikindi ışığı gibi… Penceremizin önüne, sardunya yaprağının üstüne, menekşenin pembesine, Akdeniz güllerinin neşesine, teneke saksıda fesleğenin, odamızın ortasında duran bir halının köşesine düşüveren, ürkek, çekingen bir ikindi ışığı gibi… Üstüne basmaya kıyamadığımız…
Muzaffer bir sabah yine sokağı temizleye temizleye geçerdi evimizin önünden diye başlayan cümlelerin çocukluğumdan beri tanığıyım… Hala tanığı olabiliyor olmak, ya da bu umudu taze kılmak… Bunu Muzaffer’e özellikle de deli dedikleri bir insana dair hissetmek… Muzaffer’i daha da özel kılıyor kalbimde…
Anamur Postanesi’nin önünde caddeyi temizleye temizleye; Saçkan Kavşağı’na doğru inişi ve Muzaffer’in hiç bitmeyen kendi kendiyle sohbeti… Kırmızı, borda, krem karışımı yakaları kalkık ya da her daim biri içe biri dışa kıvrık kazağının içinde biriktirdiği sigara paketleri… En pahalısından hem de fiyakalısından Marlboro paketleri hem de… Hepsini içer miydi Muzaffer? İçerdi elbet… Herkes ona bir çayla birlikte bir sigara paketi ısmarlayıverirdi hemen…
Şiirin ta kendisiydi Muzaffer… Üzerine onca söz söylenip, onca hikâye yazılırken ben Muzaffer’in ölmemiş olma umuduna takılıp kalıyorum. Sanki yine bir sabah sokağın başında görünüverecekmiş gibi, sanki bir sabah yine, tüm çirkinlikleri temizleyiverecekmiş gibi… Göğümüzü maviye boyayıverecekmiş gibi… Yeniden İnsan kılıverecekmiş gibi… Hepimizi… Hepimizi…
Herkes uykudayken daha ve sokaklar bomboşken, pencereden sokağı izlerken Orhan Veli’nin mısraları gibi Muzafferin gözlerimizin önünden geçivermesi, sözlerimizin içinden geçivermesi, yüreğimizin içinden, düşlerimizin izinden sabahlarımızın içinden, şarkılarımızın içinden, şiirlerimizin içinden geçivermesi… “İşim gücüm budur benim, gökyüzünü boyarım her sabah, siz uykudayken.” Her sabah aynı dizeler, aynı şarkı ve aynı o güneşli günler, mavi günler, gülümseyen günler… Anamur’un üzerinde yükseliveren…
O öldü diyorlar. Yo, ölmedi. İnanmazsanız çıkıp bakın. Sokak aralarında, kaldırım taşlarının kenarında, alıp başını gitmiş bir ağaç gölgesinde Marlboro paketlerinin üzerinde, yudumlanmış bir çay bardağının üzerinde ya da toprak damlı evlerin gölgesinde duyarsınız kalp atışlarını
Ve kendi şiirini,
Muzaffer’in…
Muzaffer…
Muzaffer…
Muzaffer çay içer!