Masanın üzerinde, yaklaşık üç haftadan beri açık duran siyah ciltli deftere yine titiz ve düzgün bir yazı ile şu notu düştü. “Umudum her geçen gün daha da azalıyor. Hava aydınlanır aydınlanmaz Onun odasında alıyorum soluğu. İstiyorum ki bir an bile ayrılmayayım yanı başından. Allah’ım! Ya Onu kurtar ya beni de al.”

Şimdi ruhu derin bir sessizliğe kavuşmanın özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Bu tarifsiz özleme aklı mani oluyor, her an belirsizlikten doğan sorular önüne engel olup çıkıyordu. Günlerdir uykuya hasret kalan gözlerinin ağırlığından olsa gerek bakışları bulanmaya, eşya ve zaman birbirine girmeye başlamıştı. Onca hadise, onca savaş, onca cephe görmüş geçirmişti. Ama hiçbiri burada geçirdiği son bir kaç gün kadar yormamıştı kendini.

Derin bir nefes alıp oturduğu sandalyede geriye doğru yaslandı. Masanın üzerindeki fotoğrafa mıh gibi çakıldı gözleri. Uzun uzun baktı. Bir memleket gezinde çekildiği besbelliydi. “Güzel bir gündü. Bozok’ta çekilmiştik bu fotoğrafı” diye düşündü. Yorgun geçen onca günden sonra ilk defa aklı başka bir şeyle meşgul gibi görünüyordu. Dudaklarından mırıldanır gibi bir cümle koptu.

“ Şimdi ne olacak. Onsuz ne yapacağız? ”

Odanın dışında koca bir dünya dönüp duruyordu. Dışarıda yaşanan belirsizlik çepeçevre ele geçirmişti tüm binayı. Hastanın odasına sık sık girip çıkan doktorlar, son durumlardan haberdar olmak isteyen üst düzey bürokratlar, gazeteciler, buranın hizmetine bakan çalışanlar… Düzen içinde tam bir kargaşa vardı burada.

Aniden fotoğraftan kaldırdı gözlerini, tam da işte o anda keskin bir karar vermişti. Nasıl ki bu işe gönüllü başlamış, nasıl ki yıllarını bu hizmete adamıştı yine son sözü kendisi söyleyecekti. “Kader bu, olması gereken oluyor.” diye geçirdi içinden. Düşüncesini pekiştirebilmek için geçmişte seyahat etti uzun süre. Anıların vermiş olduğu kudretle emin bir şekilde başını sallayarak yeniden onayladı kendini. “Evet evet, O neredeyse ben de orada olmalıyım ” dedi.  Dışarıdan bir göz görseydi O’nun bu halini,  delirmiş bu adam diye şüphe edebilirdi. Ama içinde çırpınan denizden, aklını ve ruhu boğan kasvetten henüz hiç kimsenin haberi yoktu.

Şimdi yüksek tavanlı bir odanın içinde ne yapacağını bilmez şekilde kıvranıp dururken, yıllarını, hatta ömrünü beraber geçirdiği dostu, bir alt katta ölümle cebelleşiyordu. Beraber geçirdikleri günleri hatırladı. Bir imparatorluğun kanlı canlı yıkılışını da görmüşlerdi, bir devletin sil baştan vücut buluşunu da. Cephe günlerinde aç susuz yarım yamalak uykular da görmüşlerdi, devlet büyüklerinin, üst düzey insanların katıldığı baloları da. İçinden “elli yedi” dedi. Koskoca bir elli yedi yılın şahitliği vardı hafızasında.

Aklı bunlarla meşgulken odanın hemen dışından gelen bir sesle irkildi. Bir an geçmişin sarıp sarmalayan günlerinden uzaklaştı.  Kadın çalışanlardan birinin hıçkırık sesiydi bu. Belli ki kadın ağlıyordu. Bir anda oturduğu sandalyeden ok gibi fırladı. Şuurunu kaybetmiş gibi aynı hızla bir alt katta ki hasta odasının kapısını kırarcasına hışımla açtı. Ardına kadar açılan kapının önünde öylece donakaldı. Arkadaşının başucunda duran doktorla o an göz göze geldi. Doktorun gözüne bakınca ağzından çıkacak ilk cümleleri tahmin etmek çok da zor değildi. Artık her şey bitmişti. Destansı bir ömür nihayete ermişti. Arkadaşının başında bu doktordan ayrı iki doktor daha vardı. Ama bu iki doktor, bırakın konuşmayı başlarını kaldırıp Ona bakacak cesareti bile bulamamışlardı kendilerinde.

Az önceki telaşının tam aksine ayaklarının bağı çözülmüş gibi yavaş hareketlerle korkarak yatağın başına geldi. Hastanın yüzünde şimdi canlılık belirtisi olan hiçbir ibare kalmamıştı. Yorgunlukta kıpkırmızı olan gözleri koca koca olmuş şekilde yüzüne baktı dostunun. İçinden avazı çıktığı kadar bağırarak ağlamak geliyordu. Bir an aynı odayı paylaştığı doktorlar aklına geldi. İçinde bulunduğu duygudan utandı. Onun silah arkadaşı böyle bir zamanda ağlamamalı feryat figan etmemeliydi. Onların önünde daha dirayetli durması gerektiğini hatırladı. Yatakta cansız şekilde yatan kader arkadaşının yüzüne son defa baktı. Eğilip dostunun elini öptü ve iki elini göğüs kafesinin üzerinde birleştirdi. Başını kaldırıp doktorların yüzüne son bir defa baktı. Ökseye düşmüş bir kuşun kurtulma çabasına benzeyen son bir çırpınışla doktorların ağızlarından çıkacak bir umut cümlesi bekledi ama artık çok geçti. Derdi ile dertlendiği, beraber onca yüke omuz verdiği silah arkadaşı, yoldaşı artık yoktu.

Kendini ait hissetmediği bu dünyada yaşamayacağı düşüncesiyle odadan dışarı çıktı. Takati kesilmiş bir halde neredeyse ayaklarını sürüye sürüye yeniden üst kattaki odasına çıktı. Bu kısa yolculuk esnasında binanın içinde sağa sola koşuşturanları, feryat figan ağlayanları, kendine soru soranları dahi duymamıştı. Boş bakışlarla geçti hepsinin yanından. Dokunan biri olsaydı neredeyse yıkılacak gibi bir hali vardı. Odasına girince masanın başına geldiğinde siyah beyaz fotoğrafa bakıp “ Senin olmadığın bir dünyada benim de yerim yok.” diyerek üst çekmeceden sedef işlemeli beylik tabancasını aldı.

Odasının kapısını yarı açık bırakarak bu defa daha kararlı adımlarla bahçeye attı kendini. Şimdi olmak istediği tek yer vardı; az önce hayatını kaybeden dostunun yanı. Binanın hemen ilerisinde ki koruluğa doğru ilerledi. “Zaman ne kadar da acımasız.” diye düşündü. Daha dün gibiydi, dostuyla beraber dikmişlerdi, şimdi ağaca duran bu fidanları. Koruluğun tam ortasından geçerek, kış bahçesi olarak kullanılan boş bir odaya girdi. Bunalan zihni biraz dağılsın diye pencereyi açtı. Hafif bir sonbahar rüzgarı dokundu yüzüne. Saklayarak yanına aldığı beylik tabancasını göğüs kafesine, kalbinin tam üstüne denk gelecek şekilde yerleştirdi. Özellikle dikkat etti, namlunun ucunu tam kalbinin üzerinde olmalıydı. Buraya muayeneye gelen tüm doktorlara aynı soruyu sormuştu. “Baş bölgesine gelen kurşun mu daha ölümcüldür yoksa kalbe gelen mi? ” Aldığı cevap “kalp” olunca her gün kalbine denk gelen noktayı işaretlemişti. Hata yapmamalıydı.  Şimdi sadece küçük bir cesaret anı gerekti. Açık pencereden gökyüzüne görebiliyordu. Aklını çelmesin diye mavi gökyüzü, sıkı sıkı kapattı gözlerini. Ve hiç tereddüt göstermeden tetiğe bastı. Sessizliği bıçak gibi bir silah sesi böldü, kuşlar dallardan acele ile uçuştu.

Bu sonbahar günü boğazın serin suları yatağında sakince dalgalanıp dururken, Onun içindeki fırtına daha yeni dinmişti. Başyaver Salih Bey, hayatını vakfettiği Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın vefatından hemen sonra, yavaş yavaş soğuğa çalan bir Kasım günü Paşasının bu yolculuğuna da yaversiz gitmeyeceğinin bilinmesini istedi.    

 

* Başlık : Erdal GÜNEY’e ait “Bozdoğan Türküsünün” ilk mısrasıdır.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: