Şekerlik sokağına iki kervan yol alır güz zamanı. Biri Doktor Hayrettin Beyler Konağının önüne yıkar yükünü… Diğeri biraz soluklanır önce… Bir harman yeri yorgunluğu sarmıştır tüm bedenleri… Fıstık haşalarının ve darı koçanlarının doldurulduğu heybeler, bin asırlık bir türküyü de beraberinde taşırlar çünkü… Ovalı bir güz ikindisinde, ağır adımlarla yürümüşlerdir gara şalvarlılar ta yüzyıllardan beriye… Yüzyılları savura savura, bin yıllık kadim masal öyküleri bırakmışlardır ovada… Bin yıllık ovalı masallardır hepsi…Ucu taaaa uzaklara; Asya’ya, Mezopotamya’ya dayanan masallar…
Bir zamanlar Sevim, Yılmaaaaaazzzz, Alaaaaddiiiiinnn, Gülperiiiii, Düriiiiyeeee, Gürsooooooy diye ahşap sundurmanın penceresinden sokağa taşan çığırışların, tüm toprak damlı evlerin duvarlarında yankılandığı yerlerden biridir Terzi Süleymanların evi…
Ev, sokağın başında bulunan konağı döndüğünüzde, sanki mahallenin bir kontrol merkezi gibi tam ortada tüm ihtişamıyla belirir, ve yabancı bir insan ola ki ahşap kapılı avlunun önünden kendine bir çekidüzen vermeden geçmeye yeltenirse, ki şayet buna cüret ederse, sağa sola hiç bakmadan koşar adım ilerlemelidir.
Çünkü buradan iki kez geçme gafletinde bulunan yabancı, mutlaka Terzi Süleyman Amcanın oğlu Burhan Ağadan boyunun ölçüsünü alacaktır…
Ola ki!
Ben elbet Terzi Süleyman Amcayı tanımadım, ama bugün 60 yaşını devirmiş tüm Şekerlik sokağın çocukları onu önce kahramanlık öyküleriyle tanıdı.
Kara lastik ayakkabının üstüne kara şalvarlarını geçirmiş çorağın adamları tanıdı… Bayramlık giysinin üstüne fötür şapkayı geçirmiş Bey amcalar da elbet… Sonra Anamur’un sokak aralarında beyaz kravatı takmış tüm ahali, tüm ağa, tüm paşa tüm iyi, tüm kötü adamlar da tanıdı …Hepsi Terzi Süleyman’ın altın makasın ışıltısında biçilmiş bez parçalarında şekillenen pantolon, gömlek ve ceketlerini, cepken şalvar ve içliklerini bir
Dönemi üstlerine geçiriverircesine Terzi Süleyman Amcanın ellerinden geçirip, Anamur sokaklarında boy verdiler bir zamanlar…
Onlar boy verdikçe de bir taş daha eklendi Şekerlik sokaktaki evin duvarlarına… Ve bir ağaç dilme daha çatıldı, toprak damların tavanına…
Bugün Şerbetçilerini evinin güney yakasından adım adım ilerlemeye başladığınızda; Öğretmen Tahirlerin köşedeki begonvillerle süslü evini de geçiverince, Doktor Hayrettin Beylerin tokmaklı kapısının önünde Terzi Süleyman’ın kahramanlık öykülerini artık duymaya başlardınız bir zamanlar…
Anamur’un adının Çorak, Çorağın çok sıcak, çok yoksun, çok yoksul olduğu yıllarda; tam dört kez savaşa çağrılmış; her çağrılışta bir sürü öykü ve bir onur madalyası gibi ayağına boydan boya aldığı bir kılıç yarasıyla dönmüş Süleyman Amca, bizim sokağımızın kahramanıydı.
Sonu Gazilik Madalyası almasına kadar uzanan uzun soluklu bir öykünün kahramanı…
Onun öyküsünde büyüdü bir dönem; Şekerlik Sokağın çocukları bu evin avlusunda. Ve aslında Terzi Süleyman’ın ve bu topraklar üzerinde Terzi Süleymanlar gibi yaşayanların; ‘’toprakta karınca, suda balık, hava da kuş kadar çok’’ olduğunu Süleyman Amcalarının uzun kış akşamlarında gaz lambası ışığında anlattığı savaş anılarında belledi, çorağın çocukları…
Ev avlusundan sokağa taşan mis gibi boru çiçeği kokularıyla başımızı döndürmeye başladığında herkes bir dönem çocuktu Şekerlik sokakta…
Ahşap kapısının önündeki bir yağ tenekesine ekili fesleğen, süs biberler ve küpeli çiçekleri kapının her daim gelen geçene açık olduğunu haber verir; ahşap merdivenlere ayak basmadan evvel sabah saatlerinde evin gelini Meşure Teyze’nin günde üç öğün yaptığı darı bazlamalarının tap tap sesleri yankılanırdı taş odaların duvarlarında…
Güz hasadı ovada esmer türkülerle başladığında, deve kervanlarında yüklü heybelerden, Anamur ovasının bereketi, fıstık haşaları, darı koçanları yığılırdı Terzi Süleymanların avlusuna… Ve bir harman yeri gibi savrulurdu çocukluğumuz ovanın yalım yalım bağrında…
Yükünü almış Kervan, çorağı aşıp da gelince, ilkin Doktor Hayrettin Beyler Konağının önünde durur, bir soluklanır, sonra şekerliğin suyuyla susuzluğunu giderir; sonra da ağır ağır evin avlusuna doğru ilerlerdi… Develerin boynunda asılı duran çanların sesi Toroslarda yankılanırken, sokağa güz hasadını getiren kervanın izinde bir ömrü aralıyoruz, anıların arasında.
O yakasına büyük bir onurla, takarken gazilik madalyasını, biz Terzi Süleyman Amcayı koyduk bugün yüreğimize.
Derler ki; Atatürk Şapka devrimini yaparken Kastamonu’da; sokakta en güzel şapkayla boy verdi oğlu Burhanla birlikte Terzi Süleyman Amca… Bu şapka belki de en çok ona yakışırdı. Krem rengi uçları hafif kıvrımlı bir fötr
Şapkaydı bu bazen. Sokağın diğer adamları çoğunlukla, mıdıklı şapka takarken Terzi Süleyman Amca da taktığı şapkasıyla bir anlamda Atatürk devrimlerine sahip çıkardı. Bayram günleri yaklaştı mı bazen çıkartıp şapkayı boyar bakım yapardı… Oğlu Burhan Ağa ve babası madalyasının yanına kırmızı bir de karanfil takarlardı.
Çoraklı obaların alışveriş yaptığı ilk çarşı bugün Merkez Cami’nin doğusunda kalan sokaktan başlardı bir zamanlar. Adı yukarı çarşıydı… Bugün hala o dönemin izlerini taşıyan çarşının bir bölümünde, yorgancı Mustafa Usta, yan tarafında züccaciyeci, raflarında naylon çizmeler satan ayakkabıcılar, Karşı Tarafında çok evvel zamanlardan kalmış bir kahvehane, az daha ilerleyince Hilmi Şereflerin Dükkânı durur… Bu çarşının bir bölümünde, ilk sıralarda bir zamanlar Ermenekli bir dikiş ustasının dükkânı vardı… Ta Ermenek dolaylarından göçüp geldiğinde burada küçük bir dükkânda Çorağın insanlarına giyitler dikiyordu. Kasabanın halkı, köyden kömetten gelenler muhakkak buraya bir uğrarlardı… Gara şalvar, içlik, çocuğuna önlük, pantolon göynek biçtirirler,hasat zamanları çoğunlukla hesabı görürler giderlerdi. Bu Süleyman’ın babasıydı… Süleyman’ın yukarı çarşıdaki yoksul bir terzi dükkânında başladı hikayesi… Ve koskoca bir giyiti, biçip bıraktı anılarımıza… Adı terzi Süleyman olan bir giyit…
Bugün sokağın tam ortasında… Bir iğne deliğinden geçirilen koskoca bir yaşam boy verir Şekerlik sokakta… Ta evvel zamandan beri…
Birgün askerden dönüp de; babasından kalan dükkânın önüne geldiğinde, kapıya bir kilit vurulduğunu görür Süleyman. Ülkenin savaşın ortasında boğuştuğu, Süleyman’ın yıllarca cephelerde savaştığı, uzun zamandır çorağa dönemediği zor yıllardır… Askerdeyken oysa bir oğlu
olmuş,anası babası göçmüş,dükkanın üstüne çoktan bir kilit vurulmuş,yoksulluk almış başını gitmiştir.
Tozun içinde örümceklenmiş Kilidi çevirip de dükkâna girdiğinde ne yapacağını bilmez bir vaziyette, tahta masanın başındaki ahşap sandalyeye ağır bir külçe gibi çaresiz çöker Süleyman. Babasının altın ışıltısında makası masanın üstünde, biçip diktiği giyit kumaşları tozlanmış rafların üstünde Süleyman’ın çaresiz bir başına kalışı yüzünün tüm çizgilerine bir gölge gibi düşer ilkin. Ülke kurtulmuş Ankara başkent olmuş, vatan bir boylu boyunca destan olmuştur amma Süleyman tüm yakınlarını kaybetmiş bir başına kalmıştır. Az önce evinin olduğu sokağa dönerken başını okşayıp geçtiği çocuk kendi oğludur… Baba olduğunu bile sadece askerde bir mektup zarfının üzerine çekilen iki boş makine dikişiyle öğrenmiş olan adam ’’ Allahım ne verirsen gayrı, bana bir aş, bir iş… Sen na kadar münasip görürsen…’’diye dualar fısıldamaya başlar. Sıra artık evin direği olmaktır… Çalışacak evine yurduna bucağına ekmek götürecektir. Başka da çaresi yoktur… Birazdan elinde biz bez parçasını, sallaya sallaya bir adam geçecektir dükkânın önünden… Derken bir ara durup etrafına bakınan adam, elindeki bez parçasını sallayarak dükkânın içine girer. ‘Amca bunu dikebilir min bana ?’’
Ahşap sandalyeden doğrularak iğne ipliğin başına geçen SÜLEYMAN, Terzi Süleyman’ın kendi öyküsünü yazacaktır o günden sonra Çorağın bağrına…
İlk diktiği bir gara şalvar, Anamur ovasında kim bilir hangi tarla boylarında giyilecek, hangi fıstık hasadı yorgunluğunda üste başa geçirilecek bilinmez ama; sonradan o gara şalvarları giyen yurdum insanının hasat ettiği fıstık, darı çuvalları develere yüklenip yüklenip bir kervan konvoyunda Şerbetçilerin evinin yan sapağındaki sokaktan geçerek bol bol bereket yığacaklardır Terzi Süleymanların avlusuna…
Avludan sokağa taşan zenginlik, sokak sakinlerinin kaderini bile etkileyecektir bir dönem; tüm mahalleli kadınlar, fıstıkları ayıklayıp darı koçanlarını soyup, güze hazırlarken; her evin yanan ocağına, Süleymanlardan bir bereket taşacaktır o zamanlar…
Cephelerden onlarca öyküyle döndüğü; çarkla basılan bu topraklarda, iğnenin ucuyla bir yaşamı kuracak, buradan kazandığıyla evine aş, obalara iş, toprağa umut ekecektir Terzi Süleyman…
Küçücük bir yoksul kasabadan, zengin bir öyküyü koynunda yeşertenlerin yurdudur Anamur.
Memlekette karısını koyup gittiğinde sıkı sıkı tembihler, eğer bir çocuğum olursa mektup zarfının üzerine 2 boş makine dikişi çek… bu iki çizgi yaşamında dokunduğu her yerde olacaktır Terzi Süleyman’ın …İçtiği tütünün tabakasında iki çentik; çakmağının kenarında iki çentik, mantosunun iç cebindeki, masanın ahşap sandalyenin kenarında belki , sonra yaşamının her köşesinde iki çentik, iki çizgi; onun ölünle kalım arasındaki öyküsünü anlatacaktır bizlere…uzun ince bir öykü…Torunu Alladdin Ağbi anlatırken iki çentiği, iki mısra şiir dökülüverdi o an avlu bahçesindeki kuyunun üzerine…
Her gün kazancını üçe bölüp; birincisini bu evin yapımı için, ikincisini kendi için, üçüncüsünü hastalık için ayıran adam, Eğer ki o gün iş pek olmadı, kendisi için ayırdığı kuruşlardan vazgeçer ama bu evin yapımında kullanacağı ve hastalık için ayrılan parayı mutlaka yastığın altına saklardı…
Ev böyle böyle tam 1933 yılında tamamlandı… Rum taş ustalarına taş duvarlarla ördürülerek yükselen ev, yine Toroslarda tahtacı obalarına ısmarlanan tomruklarla, goca çayın azgın sularından aşırtılarak getirtildi…
Avlunun köşesinde bulunan kuyu ise dönemin kaymakamı tarafından askerlere dinamitlerle açtırıldığında, helke helke çekilen buz gibi sular taşacaktır toprağa…
Paylaşmanın, bölüşmenin üretmenin, alın terinin kahramanlığın bir neşeli öykü olup, yüreklerde gülümseyerek yankılandığı yerlerden biriydi Terzi Süleymanların evi…
Özellikle Bayram günlerinde yakasına takıp madalyasını, bir istiklal Öyküsü olarak yaşadı sokağımızda, çocukluk hatıralarımızda…
Neler dinlemedi ki çocuklar onun anılarında kurtuluşa ait… Yaşayan bir tarih olarak bir dönem her evin taş duvarlarında yankılanırdı Süleyman amcanın uzun soluklu maceraları. Savaşta düşmanla savaşırken, bir rmakta kanlı bir çarpışmanın içine düşüvermiş, elinde ne varsa artık boğuştuğu bir sırada kenarda bir kadının yarı çıplak bir vaziyette ölmüş yattığını ama bebeğinin anasının öldüğünden habersiz; yarı çıplak bedeninde memesine yapışmış sütünü emmekte olduğunu gördüğünde memlekette karısı Yaşar adlı bir oğul doğuracaktır Süleyman’a…Doğan bu çocuk mektup kağıdının üzerine yine iki kez çekilen bir makine dikişiyle haber verilecek, askerden döndüğünde sokağın başında ilerlerken başını okşadığı bir çocuğun aslında kendi oğlu olduğunu cephe yorgunluğunu üstünden attıktan sonra öğrenecektir.
Bir bacağını boydan boya yaran kılıç yarasının izlerini bütün mahalle sakinleri biliyorlar, ta cepheden yayan yapıldak aç susuz aylarca yürüyerek vardığı Ermenek’teki evlerinin kapısına varınca kimsenin onu tanıyamamış oluşunu anlatıyordu. Onun kahramanlık öyküsünün, bu evin yapımında da devam ettiğine tanık oldu sokak sakinleri bir süre sonra… Sokağa taşan bir neşe bin coşku bin sesleniş bir zamanlar şekerlik sokağın tüm duvarlarında iz bıraktı bugün…
Bugün avluda giriş kapısının önünde duran kral kızı çiçeğini Süleyman Amca dikmiştir buraya… Sokağa tütsüsünü bırakan boru çiçeğini de öyle….çocukken boru çiçeğini saçlarımın kenarına takar, sokağın çocuklarını izleyici yapar, kuyunun üstündeki, ya da Mithat Oralların bahçesindeki duvarın üstünü sahne olarak kullanır çok şarkılar söylerdim onlara…O şarkıların nağmelerinde Şekerlik sokağa karışan çocuk seslerimize ev sahipliği yaptı Terzi Süleymanların evi…
Bütün Şekerlik mahallesinin koruyucusu gibi; evin önünden iki kez geçen yabancıya; ahşap merdivenleri bir solukta inerek, niye bu sokaktan geçtiklerinin hesabını soran Burhan Amca sokağın sigortası gibiydi adeta… Evin tam karşısındaki iki göz bir bir evde oturan ailenin kızı Müjgân’a vurulduğunu, onunla uzun uzun mektuplaştıklarını; ama kızın daha sonra ailesinin İzmir’e taşınmasıyla bu aşkın da Egenin sularına gömüldüğüne şahittir taş duvarlar, ahşap sundurma…
Ama Meşure Teyzeyi sevdiği kadar kimseye gönül vermedi Burhan Amca…8 çocuğunun anası Ortaköy’den Haznedarların kızı olan Meşure Teyze, bir zamanlar ahşap sundurmadan dışarı baktığında tüm Akdeniz boydan boya mavi bir atlas gibi serili dururdu burada diyerek, bugün pencereden artık hiç görünmeyen eski Anamur’u özlüyor.
Avludaki kuyunun başında çor çocuk toplaşıp, evcilik oynadığımız, saklambaç oynadığımız, günler şimdi çookkk uzaklarda kaldı… Toprak damı yoğlayan taş ise bugün hala, avlunun köşesindeki kuyunun yanında toprağa dümdüz uzanmış yatmakta.
Birgün bu avludan tek tek Süleyman Amca, Düriye Teyze, Burhan Amca ve en son da Gürsoy Ağbi, sanki şöyle bir dolaşmaya çıkar gibi, elleri ceplerinde bir yukarı sokağa varıverip döneceklermiş gibi çıkıp gittikten sonra; yavaş yavaş suskunluğa gömüldü burası da… Ahşap kapının bir kanadı artık açılmaz, cumbasından bir ses taşmaz oldu sokağa…
Oysa sokaklar, er meydanıdır toprak damlı evlerden taşan dostlukların… Lakin boru çiçeği bugün bile hala mis gibi tütsüsünü bırakıyor sokağa… Ve kral kızı çiçeğinin kırmızısı bir Akdenizli şarkı olmuş taşıyor ruhumuza.
Şekerlik sokağına iki kervan yol alır güz zamanı. Biri Doktor Hayrettin Beyler Konağının önüne yıkar yükünü… Diğeri biraz soluklanır önce…Bir harman yeri yorgunluğu sarmıştır tüm bedenleri…Fıstık haşalarının ve darı koçanlarının doldurulduğu heybeler, bin asırlık bir türküyü de beraberinde taşırlar çünkü …Türkü… bir ovalı güz ikindisinde, ağır adımlarla yürümüşlerdir gara şalvarlılar ta yüzyıllardan beriye…Yüzyılları savura savura, bin yıllık kadim masal öyküleri bırakmışlardır ovada…Bin yıllık ovalı masallardır hepsi…Ucu taaaa uzaklara; Asya’ya, Mezopotamya’ya dayanan masallar…