Serbest zaman değerlendirme veya eğlence amacıyla film izleyen, andemi süresince de internet kotalarının dibini sıyırarak eğlencelik film külliyatını indiren sinemaseverlerin hafiften sıkılmaya başladığı bir dönem sona erdi.
Genellikle eğlence aracı olarak görülen sinema aslında az maliyet ile geniş halk kitlelerine ulaşmayı sağladığından özellikle savaş dönemlerinde propagandacılar için vazgeçilmez bir araç olmuştu. İkinci Dünya Savaşı döneminde de Alman sinemasında nasyonel sosyalizmin propagandası yine sinema kanalıyla yapılıyor ve geniş kitlelere ulaşıyordu. 21. yüzyılda ise kapitalist sistem; çalışanların işten geriye kalan zamanlarını satın alabilmek adına sinemayı bir sektör haline getirerek ve dolayısıyla sanatsal yönünü hiçe sayarak onu bir kâr aracı haline getirmiştir. Amerikan sineması zaten ekonomisi gibi sistemin tüm unsurlarından kar etme güdüsü ile hareket ettiğinden sinema endüstrisi ile hayallerin de pazarlanabilmesini mümkün kılmıştır. Avrupa sineması ise her zaman bir üvey evlat muamelesi görerek, sinemada estetik ve zarafetin tanımını yozlaştıran ABD sineması tarafından dışlanmıştır. Ünlü yönetmen Fellini’nin “İyi bir filmin kusurları olması gerekir. Hayat gibi, insanlar gibi.” sözlerinin ABD sinema kültüründe bir karşılığı olmadığını düşünüyorum. Amerikan filmlerdeki kusursuzluk arayışı; film ana karakterlerinin kusursuz fizikleri, hikayenin hep motive edici olması ve yeni teknoloji efektler ile mükemmel biçimde işlenmesi şeklinde kendini göstermektedir.
Kusurluluk ve hayatın içinden olması açısından bakıldığında belki de doğal olmayanı izlemeye alışkın seyirci de bu durumu normalleştirerek Avrupa filmlerinden gittikçe uzaklaşmıştır. Sabah kalktığında full makyajlı olmayan veya karın kasları sayılmayan karakterleri kim neden izlesin ki? şeklinde yüzeysel bir bakışla Amerikan sineması hayatlarımıza da bu popülist yaklaşımı empoze etmiştir. Genellemeler her ne kadar istisnai örnekleri kapsamıyorsa da son yılarda verilen yabancı film akademi ödüllerinin de aslında görsel açıdan Amerikan sinemasına benzer ögeler taşıyan yabancı filmlere verildiği görülmektedir. 2019 yılında Oscar alan Bong Joon Ho’nun yönettiği Parazit filmi her ne kadar ekonomik sınıflar ve aralarındaki simbiyotik ilişkileri işlediği için nitelikli senaryoya sahip bir film olduğu düşünülse de görsel olarak Amerikan sinemasına yakınlığı dikkat çekmektedir. Kişisel fikrim; Amerikan sinema endüstrisinin arada bu gibi mesaj kaygılı filmlere ödül vermesinin bir günah çıkarma veya kurumsal ağızla bir sosyal sorumluluk projesinden öteye gidemediği yönündedir. Oscar ödüllerinin verilişi ile ilgili durumun politik ve sosyal nedenleri de şüphesiz uzun ve derinlemesine konuşulması gereken ayrı bir tartışma konusu olabilir.
Günümüz Y ve Z kuşağının sosyal medya hesaplarında servis ettiği fotoğrafların çoğunun filtreli ve kusursuz olmasına dikkat ettiği bir ortamda; sinemanın da yüzeysel olarak mükemmeli servis etme gayreti de popüler kültürün bir parçası olduğunu göstermez mi? Yeni kuşaklara da haksızlık etmek istemem çünkü Baby Boomerlar ve X kuşağı da aslında gerçekte var olmayan ve kusursuz özellikler taşıyan film karakterlerine hayranlık duyarak büyümediler mi? Western filmlerinden Rambo ve Terminatör serilerine aslında büyük gişe rekorları getiren şey seyircinin kahraman kusursuzluğuna olan hayranlığı değil miydi? Mükemmellik arayışı da zaman içinde teknolojik gelişmelerle de desteklenerek büyük bir balon gibi şişirildi, Amerikan ve Avrupa sinemaları arasındaki fark bir uçurum haline geldi. Avrupa sineması niteliğin peşinden koşmaya devam ede dursun Amerikan sineması etkileşimli olarak kuşaklar boyu hem popüler kültürden etkilendi hem de popüler kültüre yön vererek dış güzelliğe ve niceliğe doğru hızlıca ilerledi.
Sinema endüstrisinde gişe anlamında kazananın Amerikan sineması olduğu aşikâr iken gerçekten rafine zevklere sahip, derinliği olan seyirci de kaybeden tarafın gururlu temsilcisi olmaya devam ediyor mu acaba? Bu anlamda verilere güvenmek isterdim ama ne yazık ki alternatif festivaller harici gösterim şansı bile bulamayan filmler için karşılaştırma yapmak da doğru olmayacaktır. Ancak iyi bir sinema ve yabancı dizi film izleyicisi olarak söyleyebilirim ki dijital platformlar gösterimi kısıtlı Avrupa sinemasının fikirlerini/niteliğini kopyalayarak – bir nevi Amerikan malı haline getirerek- görsel olarak pişirip önümüze koymaya başladılar bile. 2015 yılında Belçika, Fransa ve Lüksemburg ortak yapımı Yeni Ahit filminde (Le tout nouveau testament) yer alan fantastik fikirlerin temellerini HBO platformunda yer alan West World dizisinin 2019 tarihli uyarlama olan son sezonunda çok benzer şekilde bulabilirsiniz. Bu benzerliğe esinlenme mi fikir hırsızlığı mı deneceğinin takdirini yine izleyici olarak siz vereceksiniz.
Son olarak; fütüristlerin çoktan geldiğini iddia ettiği gelecekte sinemanın durumu ne olacak dersiniz? Diğer sektörlerdeki gibi ülkesel sınırların kaybolduğu, çoklu yapımların daha çok görüldüğü ve hatta Amerikan ve Avrupa sinemalarının kaynaştığı ve bu zenginliğin Hindistan ve Kore motifleri taçlandığı bir geleceğe yürüdüğümüzü düşünmek isterdim. Bu temenniyi bir yana bırakırsak, dijitalleşen dünya her tüketicinin beklentilerine göre şekilleneceğinden belki de sosyal mesafe endişesi ile sinema salonlarının tamamen kalkacağı hatta ev sinemasının boyut değiştireceği zamanlar çok da uzak değildir. Aslında yakın bir tarihte bizleri belki de nelerin beklediğini kişiselleşen hizmet talebimizdeki artışa göre uyarlanmış bir yapımdan örnekle verebilirim: 2018 yılı David Slade yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılan ve etkileşimli medya alanında yaratıcılığın sınırlarını zorlayan ‘Bandersnatch’ filminde seyircilerin olası senaryolar üzerinden etkileşimli sorularla filmin gidişatını değiştirmesi sağlanmıştı. Düşünsenize siz bir filmin senaryosu içinde farklı olasılıkları kişiselleştirebiliyor ve belki de size en uygun olan giriş-düğüm ve çözüm döngüsünü seçebiliyor ve ruh halinize göre bu filmi önceden hazırlanmış kurgular arasında farklılaştırabiliyorsunuz. Ne müthiş değil mi? Belki de sanatsal bir çalışma için o kadar da müthiş değildir. Van Gogh mesela tablolarındaki ayçiçeklerini karanfillerle değiştirmenizi veya yıldızlı geceyi kapkaranlık bir gece yapmanızı ister miydi? Sanmıyorum. Bandersnatch’i İlk izlediğimde bir seyirci değil de bir bilgisayar oyunu kullanıcısı gibi hissetsem de ve hatta belki de türünün ilk örneği olduğu için senaryo olasılıklarını az bulsam da geleceğin ayak seslerini duyabiliyordum izlerken. Eğlence kültürünün bir parçası olan sinema artık kişiselleşmiş bir ürüne giderken, entelektüel anlamda doyurucu ama gişe hasılatı yapamayan sanatsal yapımlar her geçen gün gönül emekçilerinin hatıralarında yaşamaya devam edecek gibi.