Sabahın erken saatlerinde kapı zilinin sesiyle uyandım. Kapıyı açtığımda karşımda elinde zarf ile bekleyen posta memurunu görünce bir anlığına 1950’li yıllara döndüğümü hissettim. Bu yıllarda artık mektup kalmamıştı. Ancak çağdışı bir memleketten geldiği belliydi. Masaya oturup zarfa baktığımda Ahmet Yılmaz ismini gördüm. O an yerinden fırlayacak kadar hızlı çarpan kalbim, tüm vücudumun titremesine neden olmuştu. Tam üç yıldır bir kez bile aramayan dostum, mektup yollamıştı. Beş yıl önce keskin bir kararla, şeriata yeni geçen bir ülkeye taşınmış, İslam’ın ancak en doğru öyle yaşanacağını savunmuştu. Bana yazdığı mektup tam olarak şöyle;

  “Değerli dostum Buğra, öncelikle sana haber veremediğim için çok üzgünüm, tüm çabalarıma rağmen ancak yıllar sonra sana bu mektubu gönderebildim.

Bu ülkeye göç ettiğimde İslam’ı burada daha güzel yaşayabileceğimi sanıyordum ama yanılmışım. İşlerin bu noktaya gelebileceğini hiç tahmin edemedim… Buraya gelmeden önceki fikirlerimi biliyorsun. İlk zamanlar her şey olması gerektiği gibiydi. Tüm kadınlar çarşaf giyer, namaz vakitlerinde esnaf ve halk işini gücünü bırakır camiye giderdi. Bunlar benim inancıma uygun. Şeriata henüz yeni geçildiği için Halife, halkın tepkisini çekmemek için daha sakin hareket ediyor, ardı ardına yasaklar getirmemeye çalışıyordu. Ne yazık ki hiç birimiz farkında bile olamadan, hem yasaklar arttı hem de cezalar. Önce kadınların umumi yerlerde oturması yasaklandı, daha sonrasında haftanın iki günü sokağa çıkamaz oldular. Şimdi bulunduğumuz durumda ise kadınlar sadece biz Cuma namazındayken özgür.

Sevgili arkadaşım bildiğin gibi ben eşitlikten yana değildim fakat bunları görmek aklımı başıma getirdi. Cinsiyet eşitliğini bile geçtim bu yaşantı insana reva mıdır? Kadınlar dışarısını perde arkasından seyreder oldu, onları ağaç gibi evlere diktik. Ben de suçluyum!

Kadınlara bunlar yapılırken, erkekler özgürdü. Kahvehaneler, çay bahçeleri hepsi bizimdi. Yasak gelene kadar her akşam fasıllar düzenlendi. Bir gün Halife dedi ki: Şeytan müziği sever. Erkeklere yönelik yasaklar ilk böyle başladı işte. Ardından Perşembe akşamından Cuma gününe kadar oturup laflamak bile yasaklandı. O günlerde aralıklarla minarelerden hutbe verildi.

Bunların yanı sıra Halife televizyonu da kontrolüne aldı, sadece haberlere izin verildi, taraflı olanlara tabi… Onun dışında şeriatı ve halifeyi öven sohbet programları yayınlandı. Yabancı basını ülkeden kovduğumuzda ise hepimiz şeytanı sınır dışı etmiş gibi sevindik. Sıra bana gelince anlayabildim… Kadıyı zor ikna ettim kafir ajanı olmadığıma. Sonunda Halife, bir gün çıkıp interneti yasakladı. Bahanesi ise kadınların evde ibadet etmeyip internette vakit öldürüyor oluşuydu. Sonradan farkına varabildim Halife’nin derdi kadınların ibadet etmemeleri değil, şeriat karşıtı kampanya yürütmeleriymiş. Yetmedi GSM servisleri de kapatıldı. Dış dünyadan koparıldık sevgili arkadaşım, o yüzden sana yıllarca haber veremedim. Sınır komşumuz olan ülkeden bağlantılarım sayesinde gönderebildim mektubu, umarım ulaşır..

Sevgili dostum, zamanında alkışlayarak güçlenmesini sağladığım Halife’nin, zulmünün ortağı sayılırım. En büyük hatam İslam dininin bireysel yaşanamayacağını düşünmüş olmamdı. Yanlış yaptım ve özgürlüğünü kaybeden halka karşı sorumluyum. Burada şeriat karşıtı bir grup insanın arasına katıldım. Onlara Türkiye’de ki dine bakışı ve yaşam özgürlüğünü anlattım Buğra. Koca koca adamların nasıl ağladığını bir görseydin… Bize şans dile dostum, onları özgürlüğüne kavuşturmadan dönemem. Beni bekleme…

                                                                                                                                                    Ahmet YILMAZ”

Kağıdı masaya bıraktığımda, Ahmet’e üzülmeden edemedim. Özgürlüğünden rahatsız olduğu vatanını terk edip, gittiği yerde özgürlük için mücadele etmek zorunda kalması ne büyük ders. Bazı insanlar yaşamadan anlayamıyormuş demek ki. Bize düşen geçmişten ders çıkarıp çöken sistemleri arzulamamaktır.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: