Varmak istediğim yer başkaydı aslında. Sokağın başından oraya gelene kadar da sadece bezgin ve yorgun binaların soğuk yüzü karşılamıştı beni. Sonra kaldırımda yürürken başımı istemsizce sağa doğru çevirdim. Binaya uzanan beton köprü kurumuş yaprak dalları biraz toprak ve çokça ayak basılmayan bir terk edilmişlikle merhaba dedi bana. İçimde derinlerde bir yerlerde zamanın acımazsız akışını yüzüme vuran bir sarsılmışlıkla durdu adımlarım. Perdesiz ve soğuk… Kimsesiz ve buruk pencerelerden bomboş kalmış bir balkona açılan kapıdan gülümsedi çocukluğum…

            Mahallenin aile olduğu zamanlar… Sokağın başında bir fırın… Ekmeğin çıktığı saatlerde dışarılara uzanan kalabalık. Kalabalık içinde tanıdık yüzler, sohbetler, sıcacık bir koku, bazen de evden çıkmak için bir bahane. –“ Fırına gidiyorum anane” diyen bir çocuk sesi… Birkaç bina ötede en sevdiğim şeyi tezgahta duran camdan yapılmış büyükçe, bombeli kolonya damacanası olan eczane. Bayramları güzel yapan şeylerden biri de o eczaneye gidip pompadan üzerinde çizgiler olan o hazneye kolonyanın dolmasını sonra şişeye akmasını seyretmekti belki de. Ellerimden burnuma oradan ruhuma akan bir serinlik, huzurlu bir akşam vaktinin dingin hali şimdilerde de…

            Köprünün başından aşağı bahçeye inen o merdivenlerden kaç kere inip çıktık acaba? Binanın dört tarafını saran ama en büyük alanı arkada olan bir zamanlar yemyeşil o bahçe de hepsi bir kenara atılmış saklambaçlar, yakan toplar, beştaşlar dökülen yaprakların, atılmış şişelerin, uçup gelmiş plastik poşetlerin, bakımsız kalmış sarmaşıkların altında can çekişiyordu. Arka bahçenin sağında yan yana uzanmış kömürlüklerden is de kokmuyordu artık. Küçük küreklerimizle kömür taşımak için sap takılmış peynir ya da yağ tenekelerinin içine doldurduğumuz sıcacık anılarımızda yanıp kül olmuştu sanırım. Oynamaktan aklımıza gelmeyen açlık o beyaz tenli, mavi gözlü tonton yanaklı ananenin bahçeye bakan yatak odası camından seslenip – hadi artık gelin diyen sesiyle buradayım diyordu çoğu zaman. En sevdiklerimizden biri de bayatlamış ekmekleri bakır bir tavada tereyağıyla kızartıp bolca peynirle karıştırıp gülen gözleri ile köpek mamanız hazır diye önümüze koyduğu anlardı.

            Köprü deyip geçmeyin boyu üç-beş metre kadar da olsa üzerindeki yük boyunu aşar aslında. Kimi komik kimi trajik kimi de gerçekten dramatik anılarla dolu. Kuzenimin oradan halı çırparlarken kimseye fark ettirmeden halıya tutunup bahçeye uçtuğu an sanırım benim hatırlayamayacağım bir yaşımdaydı. Ama evin anahtarı içeride kaldığında köprüden balkonun demirlerine tutunup içeri girdiğimiz zamanları biliyorum. Ben yaptım mı yoksa hep evin içindeki diğer torun torbalar mı bunu yaptı emin değilim. Şimdiki ürkekliğim o zamanlardan bana mirassa muhtemelen bahçeye düşerim diye korkup oraya uzanmayı denememişimdir aslında. Tabi bunun tersi durumlarda olmuştu. Kardeşim balkonda kilitli kalınca balkonun yağmur almayacak kuytuluğuna özenle dizilen odunlardan birini alıp balkon kapsının camını kırmştı. Şimdi gülümsüyorum ama kimler ne kadar kızmıştı acaba o zaman buna…Yine bir gün salonun camından dışarı bakıyorum. Dayım uzun dik yakalı gömleği, geniş paçalı pantolonu, uzun saçları ve yüzünde bir sürü yara bandıyla yaklaşıyor. Korkuyorum… Seksenli yılların karmaşasında Tıp Fakültesinin dekanlığında çalışıyor o zamanlar. Yön tabelaları gibi ayrışmış insanlar. Kavga etmeye başlayan öğrencilerin arasında kalınca havada uçan bir bardak yüzünde patlamış meğer. Ben korkmuştum ama hiç sormadım ne hissettin diye ona. Hayatımıza kattığımız, hayatına katıldığımız kim olursa olsun hep kendimize dönük yaşam, diye geçiyor şimdi aklımdan… Ve bir gün mahalleden bir adam ben köprüde oturmuş şaşkın, üzgün bakınırken yanıma gelip dedemi sormuştu. Yok! artık dedim, üç gün olmuştu dönemeyeceği yere gideli. Bana yardım etmişti, teşekkür etmeye gelmiştim dedi. Durdu, doldu gözleri, aktı gözyaşları… Köprünün duvarına oturdu. Sustuk…

            Dışarda öylece donup kalmış ağlamaklı gözlerle anılara sarılmışken birden kalktım, binanın içine girmek için o üç basamağa adım attım. Demir siyah kapıyı okul dönüşlerimin siyah önlüklü beyaz yakalı çocuğuyla beraber açtım. Posta kutusu boş tozlu bir giriş karşıladı bizi. Girişteki iki daireden sağda olan evin kapısına baktım. Kapı değişmişti. Zamana ayak uydurmuş koyu kahve demir bir soğuklukla bakıyordu bana… Kapıyı açamasam da anılar çoktan aralamıştı zamanı. Dayımın kızı benden bir buçuk yıl önce bu evin ilk torun sevinci olmuş, onun peşinden gelişime de pek sevinmemişti bana anlatılanlardan anladığım. Arka taraftaki yatak odasının tavanına tutturulmuş beşikte, ben uyurken beni beşikten atmasın diye kapıya çengel takılmış yine de tedbir olsun diye beşik ananemle dedemin yatağının hemen üstüne asılmıştı. Yatağın üzerinde beyaz üzerine büyük mavi desenleri olan bir yatak örtüsü de o çengel gibi mıhlanmıştı zihnimde. Silinip giden onca zamanın içinde tutunduğum bir çengel saklamıştı belki de çocukluğumu.

            Dedem postaneden emekliydi ve o zamanlar birçok kimsede olmayan telefon onların evinde vardı. Kırmızı, çevirmeli ve üzerinde dantel örtüsüyle kurulmuştu baş köşeye. Telefon etmek için eve gelenlerin sayısı çoğalınca sanırım altındaki jeton atılan hazneyi sonradan eklemişlerdi. O binanın en üst katında oturan dedemin ablası o telefona hiç elini sürmedi ama. Gavur icadı der, titizliğinden kendi evinden getirdiği havlusu yanında abdestini alır oturup Kuran okurdu. Onun evini ne zaman temizlemeye gitsek yaptığımız işi beğenmez, guguklu saatini babama kurdurur, Türk kahvesi yaparken hep başımızda dururdu. Çocuğu olmamış, kocasından da çok yüzü gülmemişti sanırım. İnsanlar eksiliyor hayatlarımızdan. Şimdi haladan kalan incecik el işçiliği yaprak ve üzüm desenli bardağı kapalı bir dolap kapağının ardında bir yudum suya hasret ya emanet gideceği başka birini ya da kırılıp hiç var olmamış gibi yitip gideceği zamanı bekliyor.

            Siz reglatör nedir bilir misiniz bilmiyorum. Ama televizyonlar siyah beyazken ve yayınlar çok da net seyredilemiyorken frekansı yükseltici olarak kullanılan ahşap bir kutuydu. Elbette onun da üzerinde dantel örtüsü vardı. Önce televizyon mu reglatör mü açılırdı hatırlamıyorum. Brezilya dizilerinde ananemin olayın kötü kahramanları ile sesli dövüşmelerini hatırlıyorum ama. Sürekli  şikayet ederdi bu adam bu kıza kötülük etti diye. Söyleyemediği kırgınlıkları, yaşayamadığı hayalleri, uyusa da geçmeyen yorgunluklarının hırsını alıyordu belki de. Benden birkaç sene sonra dayımın oğlu, ondan üç sene sonra benim erkek kardeşim derken evin içinde sabahları oraya bırakılan oradan okula gidip okuldan oraya dönen ancak akşamları evlerine dağılan dört tane torun, sevimli ama biraz da aksi bir adamla uğraşınca haklıydı aslında. Dedem küçücük, yerleri mozaik, tezgahı taştan, üç göz ocağı olan, terekli, demir kenarlı tahta raflı dolabın olduğu mutfağa sığdırılmış minicik bir masanın kenarına monte ettiği bıçak bileyicisi ile mahallelinin bıçaklarını bilerdi., Kurban bayramlarında özenle mumbar doldurur, örsüyle çekiciyle ayakkabıları tamir eder, geleni geçeni evde yemek var mı yok mu düşünmeden çağırırdı. Çok güzel cümbüş çalar, alaturka şarkılar söyler, biraz çakır keyif de olunca coşardı. Bir ramazan ayı öncesi dört torununu ve ananemi alıp hayvanat bahçesine götürmüş, dönüşte trene binelim diye tutturmamıza dayanamamış ama banliyö treni gecikip yağmurda ıslanınca da bize çok kızmıştı. Şimdi etraftaki adamlara bakıyorum da kim sabahları uyanınca iki tel bile olsa aynanın karşısına geçip özenle saçlarını şimşir tarağıyla tarayıp, takım elbisesini ve illa yeleğini giyip o yeleğin cebine kösteğini takıyor? Bu saçı sakalı birbirine karışmışlar mı modern? İlk kalp krizini geçirdikten sonraydı sanırım sigarayı bırakmıştı dedem. Oysa onun o gümüş tabakasının içindeki incecik kağıtlara yavaşça tütünü sarması tuhaf gelecek belki ama ona çok yakışıyordu. Rakısına karışana kızması, udunun duvardan soğuk alıp çürümesine olan üzüntüsüyle cümbüşüne sarılması, bıyıkları, heybetli duruşu… Hepsi ona çok yakışıyordu.

Tarihleri aklımda tutmayı hiç beceremedim ben. Zamansız yaşamanın en kolay yolu gibi geldi belki de. Senesini hatırlamadığım o gün, öğleden sonra hemşire olan yengem erken gelmişti. Kardeşim uyuyordu. Ananem ertesi gün çıkacakları yolculuk için hazırlık yapıyordu belki, belki de herkes akşama toplansın orda yenip içilsin diye yemek. Kim bilir… Kapı çaldı.  Kapıda tanımadığımız bir adam, telaşlı… Sonra battaniyeye konup divana yatırılan dedem…  O odanın penceresinin dışına tutturulmuş bir kafesi vardı dedemin. Güvercin beslerdi. Ne kadar severdi, niye severdi onları bilmiyorum. Ama kafesten uçan güvercinlerin bir kediye kurban gittiğini gördüğünde çok üzülmüştü. Suni teneffüs, kalp masajı… Salonun kapı aralığından onun morarmış yüzünün korkusu doldu birden gözlerime. Tekrar battaniyenin arasında taksiye taşınması… Uzaklaşan bir araba… Akşam olduğunda ağlayan insanlar…

Tatile gitmek için alacağı otobüs bileti son yolculuğu oldu o gün. Annem üç gün hiç ağlamadı. Sonra o arka taraftaki kapısında çengel olan odadan saatlerce çıkmadı.

Bir türkü geliyor aklıma .  “Arada gel mezarıma… Bir Fatiha oku bari… Bayramdan bayrama…” Her bayram olmasa da geliyorum dede. Cümbüşün benim evimde. Çalmayı öğrenmeyi istedim ama hiç elime almadım. Belki de zamanıdır, anı bırakmak için benden sonraya. Mutfak penceremin önüne ekmek koyuyorum. Onlarca güvercin doluşuyor. Bazen de koymadığım zamanlar gelip camı gagalıyorlar. Selam yolluyorum bende sana…

Bina da hiç oturan kalmamış. Bir katı girişin altında üç katı üstünde bütün evler boş. Duvarlar yıkık. Kentsel dönüşümü bekliyormuş. Kente döndürmeye çalıştıkları şeylerle neleri yok ettiklerini bilmiyorlar. Kasaptan et, bakkaldan çubuk şeker almanın, mahallede camcının olmasının ne demek olduğunu bilmiyorlar. Korkusuzca akşamları geç saatlere kadar sokakta oturmanın özgürlüğünü, bütün esnafın herkesi tanıyıp kollamasını, komşunun kapısını tereddüt etmeden çalmanın huzurunu bilmiyorlar. Dut ağaçlarını sallamak için altında koca bir çarşafın ucundan tutanların kahkahalarını, kavak ağaçlarının ilkbahardaki pamukçuklarının her yeri bembeyaz yapmasının güzelliğini bilmiyorlar.

İstemesek de dönüşüyoruz. Hayat deyip geçiyoruz. Binadan çıktım, dünden bugüne birkaç dakikalık bir yolculuktu anılar. Varmak istediğim yer başkaydı aslında. Ulaşmak hiç geçmişe dair olmadı ki. Hep bir adım daha sonrası. Son yolculuğun biletini alana kadar…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: