Bir yerler var biliyorum. Buranın dışında, var olanın ötesinde. Ama gitmiyor ayaklarımız, varmıyor kalplerimiz oraya. Var olanı bırakmak zor geliyor belki de. Alışık olduğumuz hayatın dışında çıkarak bilinmezliğe atılmak korkutucu görünüyor. Belki de var olana da hiç sahip olamadığımızı düşünüyoruz; kaybolmuş, yapayalnız hissediyoruz hayatta. Kendimizi bulma endişesini, kendi kendimizi sevmeye çalışmanın bazen ne kadar zor olabildiğini ve var olandan kaçma isteğini hepimiz deneyimliyoruz hayatlarımızdaki bir noktada ve kendi içimizdeki kaybolma endişesini hissediyoruz her deneyimin sonucunda. Tekrar tekrar aslında olduğumuzu düşündüğümüz kişi olup olmadığımızı sorguluyoruz.
Kendisini tanımayı hiçbir zaman başaramamış, her zaman başkalarına bağlı kalan bir kişilerin hikayeleri her zaman farklı ve inanılmaz gelirdi bana. Böyle insanlar gerçekten de var mıydı? Evet, gerçekten de yaşıyorlarmış. “Borderline personality disorder” olarak bilinen bir kişilik bozukluğuna sahip kişiler varmış mesela. Kendi kimliklerini bulamamış, hayatlarını sadece başkalarıyla olan ilişkilerine göre kuran insanlar. Bu durum herkes için bu kadar ağır geçmese de hepimiz yaşamın içinde bir yerlerde kaybolmuş hissediyoruz bazen. Kimimiz ergenlik döneminde, kimimiz hayatından birini çıkardığında bu şekilde hissediyor. Bence önemli olan bu kaybolmuşluğun içerisinde kaybolmamak. Bir noktada nerede ve neden kaybolduğumuzu bulabilmek, bulunduğumuz ıssız ve karanlık yerden kendi içimizdeki aydınlığı takip ederek çıkabilmek. Ancak o zaman bizi kendimiz yapacak, hayatımızı kendimiz için yaşadığımızı gösterecek bir yol bulabiliriz ve ancak o zaman kaybolmuşluğun içerisinde kendimizi tanıma fırsatı edinebiliriz.
Bu kaybolmuşluk duygusunun içerisinden çıkmak için bazılarımız kaçmayı bir çözüm yolu olarak görüyor olabilir. Spontane olan hayatlarından kaçmak, o ana kadar edindikleri alışkanlıklarını geride bırakıp bildikleri, ait olduklarını hissettikleri yerden tamamen uzaklaşmak bir kurtuluş gibi gelebilir kimimize. Belki bir kişiden, belki anılarımızdan belki de kendimizden kurtulmak için kaçıyoruzdur. Ne kadar uzaklaşırsak ne kadar eski benliğimizi geride bırakırsak hatalarımızı, memnun olmadığımız durumları unutmamızın o kadar kolay olduğunu düşünüyoruzdur. Ancak tabii ki kaçmak da en az alışmak kadar zordur. Hatta bazen yaşadığımız kötü bir olayı arkada bırakırken yaşadıklarımız asıl olayı yaşamaktan da kötü hissettirebilir. Bazen de unutmak bir çözüm yolu bile olamaz. Bu durumda tek yapmamız gereken yaşadığımız kötü olayın da bize, hayatımıza bir şeyler kattığını ve hayatımızın bir parçası olduğunu kabullenerek ona sahip çıkmak olacaktır. Mutluluğu kendimizden kaçarak değil de, kendimizi kabullenerek bulmak en kolay yol olmasa da en etkili yol olacaktır.
Kendimizi kabullendikten sonra ise tek yapmamız gereken kabullendiğimiz benliği sevmektir. Ağladıktan sonra gözlerimizde kalan o tek damla yaşı, öfkelendiğimizde kızaran yüzümüzü, stres yüzünden yüzümüzde çıkan sivilceleri sevdikçe onlarla yaşamayı öğrenebiliriz. Bu şekilde de yarattığımız kişiliğe her yönüyle değer vermeyi başarabiliriz. Geriye baktığımızda yapmak istediğimiz bir şey yüzünden yaşadığımız gerginliği ve bunun sonucunda yaşadığımız negatif olayları hatırlamamalıyız sadece. Aynı zamanda bir şeyi ne kadar çok istediğimizi, o işin için ne kadar çalıştığımızı ve çalışırkenki tatlı gerginliğimizi hatırlamalıyız. Kısacası hayatımızı her yönüyle hatırlayıp sevmeliyiz. Bir yara izini sadece bir leke olarak değil de, yaşanmışlığımızın bir simgesi olarak görmeliyiz. Hayatımızdan nefret ederek yaşamak yerine onu bütün güzellikleriyle ve çirkinlikleriyle bir bütün olarak sevmeyi öğrenmeliyiz.