Sislerin ardındaki mavi göl… Hiçbir yere ait olamayan ama hep orada; durgun ve sessiz suları derinliklerini örtüyor. Güneşin ışıkları karabulutları yırtarak durgun sularında yansıyor. Gölgesini yitiren anıların savrulduğu sessiz fırtınalar kopuyor sularında. Onu unutmaya çalışsam da ısrarla varlığını hatırlatıyor bana. Gündüzün ve gecenin, başlangıcın ve sonun aynı anda var olabildiği tek yer, mavi göl.

10 yaşındaydım ve bir sabah uyanmış seni hayal ediyordum. Mavi gölün sularında ıslanıyordum. Bir rüya değildi hatırladıklarım. Saçlarıma yağan yağmur taneleri gibi gerçekti. Şimdi ise mavi göl benim 10 yaşındaki hiç bıkamadan bugünü tekrar eden geçmişim oldu. Biz iki ayrı bedene bölünmüş tükenmeyen bir anıyı yaşayan tek bir varlığız aslında. Mutluluklarımızın korkuyla tanıştığı, hayal denizlerimizin coşkun dalgalarının kayalıklara çarpıp paramparça olduğu, ılık yaz gecelerinde üşümeyi öğrendiğimiz 10 yaşımızın o tükenmeyen anları…  Yüreğimin kıyılarına vuran o yaşların bütün duyguları ve yine dudaklarımda mırıldandığım masum ezgilerle, derinlerdeki gölgemi gizlice sürükleyen hayallerle sen on yaşından bugünümü seyreden çocukluğumsun. Sen aslında ben, ben aslında senim.

Sen benden bir parçasın ve şüphesiz benim yokluğumu hiçbir zaman kabullenmeyecek ve geçmişin gölgelerine sabırla can suyu vermeye devam edeceksin. Bir gün dönüp geleceğimi sanki hiçbir zaman bir yere gitmemişim gibi bekleyeceksin. Sen kıyılarına kuruyan karanfillerin vurduğu benliğimsin. Sen ufuklarda yolumu gözleyen geçmişimsin.

Ve her sabah yüzümüze doğan, içimizi ısıtan güneşin bir gün tenimizi de yakabileceğini görmedik henüz. Gidilemeyen, uzaklardaki yamaçlarda oynadığımız o masum oyunlar,  mor akşamlarda uğuldayan rüzgârlar ve sislerin ardında yavaş yavaş beliren mavi göl; bize ne kadar yakın ve ne kadar uzak şimdi. O ve ben zamanın hiç akmayan noktasına perçinlenmiş ve ayrı bedende birbirinden çok uzaklardaymış gibi görünen ve hiç büyümeyen tek bir yüreğiz.

Ey mavi gölü hayal eden çocuk, senin hayal kırıklığına karışan bir korkuya kapıldığını hissedebiliyorum. Senin önünde benim adımlarımdan başka takip edebileceğin bir yol yok ve o yol silik bir hayalin bugüne değen mutluluğu aslında. Duygularının kaynağı benim sana anlattıklarım, yaşattıklarım ya da anlatamadıklarım ve yaşatamadıklarım. Karşısında bir yol gösterici olamadığıma göre demek ki bende zamanın farkına varmadığım bir noktasında kaybolup gitmiştim.

“Sana bir hikâye anlatayım mı baba, yaşlı bir adamın Çobanyıldızı adını verdiği teknesiyle açıldığı mavi bir gölde kaybolup gidişini anlatan bir hikâye.” İşte böyle söylemiştin bana. Bunu bana sorarken o küçücük parmaklarınla boşluğa mavi gölün resmini çizmeye çalışıyor gibi heyecanlıydın. Oysa ben o sırada o maviliklere çoktan yelken açmıştım. Ve sen o sırada mavi gölün kıyısında yıllarca sürecek bekleyişine henüz başlamamıştın bile.  Sonsuzluğa karışan ufuklardan bir gün dönüp geleceğimi sabırla bekleyeceğin günleri yaşamamıştın.

“Mavi göl aslında sonsuz bir denizmiş baba. Yaşlı adam bunun farkındaymış ve Çobanyıldızı ile o sonsuzluğun derinliklerine dalıvermiş korkusuzca. Çobanyıldızı gökyüzünden inip yaşlı adamın yoldaşı olmuş ve bu hikâye de aslında o Çobanyıldızı’nın kayboluşunun hikâyesiymiş. Hiçbir zaman ulaşamadığı kıyılarından uzaklarda daha önce kaybolanlarla da karşılaşmış yaşlı adam. Bir gün mavi gölün sonsuzluğunda yol alırken beyaz balina çıkmış karşısına. Onu takip etmek istemiş ama beyaz balina göz açıp kapayıncaya kadar görünmez ufuklarda yok olup gitmiş.  Mavi göl küçücük gövdesinin içinde bütün bir hayali taşıyabiliyormuş. Kendi köklerinden doğan nehirlerin beslediği bitmez tükenmez bir hayal deniziymiş o. Çok geçmeden yüzyılların ışıltısıyla mavi bir alev gibi yanan göl artık son anlarını yaşayan bir koz ateşi gibi sönmeye başlamış. Hiç yaşanmamış bir umut karşısında titreyen bir yürek olmuş mavi göl. Bazı akşamları örten ve bazı sabahları da aydınlatan o merhametli mavi gölde yol alan Çobanyıldızı onun son yolcusuymuş. Dizginlenemeyen kasırgalar onun yamaçlarına bile yaklaşamıyormuş çünkü mavi göl yüzyıllardır içinde biriktirdiği hayatın anlamını yavaş yavaş söndürüyormuş. Gün geçtikçe küçülmüş, küçülmüş ve o kadar küçülmüş ki son yolcusu Çobanyıldızı’nın ancak sığabileceği bir su birikintisi haline gelmiş. Ancak gel gelelim, yaşlı adam o sonsuz maviliklerde yol alıyormuş hala. Bu onun son yolculuğuymuş ve bu sefer ufukta güneş maviliklerin üstüne değil, mavilikler güneşin üstüne batıyormuş. Akşam mavi kanatlı bir turna gibi boşlukta kanat çırparken yaşlı adamın yolculuğu sonsuza kadar devam etmiş.”

Söyleyemedim sana. “Yıllar önce mavi gölde kaybolan aslında bendim” diyemedim. Şimdi sahile vuran bu bedeni değil, o yaşlı adamın hüzünlü hikâyesiyle baş başa kaldık sonunda. Çocukluğumuzda o gölde kaybolmaktı bizim payımıza düşen. Oysa şimdi o sislerin ardında kaybolup giden mavi gölü arıyoruz umutsuzca. Uzaklarda masmavi kanarken şafak, bir 10 yaş rüyasına dalıyoruz birlikte.

Yaşamak kaybetmeyi göze almak değil midir? Yıllar geçmesine rağmen benimle birlikte büyüyen, gidemediğim diyarlara doğru yolculuklarımda yoldaşım olan mavi göl şimdi nasıl oldu da senin hayallerini sarıvermişti. Görüyorsun ya mavi göl; bitmeyen, tükenmeyen bir kısır döngünün içinde çaresizce dönüp duruyoruz birlikte. Senin de yüzün yere düşmüş şimdi. Bu sefer masmavi sularında yol almak için değil, bir hikâyeyi dinlemek için şimdiyi tüketiyoruz birlikte.

O sırada yüreğimde sıcacık bir elin dokunuşunu hissettim birden. Bana bir ürperti vermeyen ve kalbimde üzeri zamanın tozlarıyla kaplanmış sevgiyi yeniden canlandırmak isteyen bir eldi bu. Anladım ki mavi göl duygularımızın tüm çıplaklığıyla dış dünyaya yansıyan yalansız ifadesiymiş. O yüzden kıyıları sularına açılmayı göze alamayan korkaklarla doluymuş onun. Oysa mavi göl onun merhametli kollarına atılacak yüreklerin yolunu gözlüyormuş yüzyıllardır. Kendi sonsuzluğunun yalnızlığında yürekleri ısıtan bir gülümsemeymiş o.  

Bir zamanlar da 10 yaşında bir çocuk vardı. Gönül çelen rüzgârların özgürce estiği, düşlerini bir tekneye bindirip uzaklardaki o mavi gölde yüzdüren bir çocuk. Onu bekleyen rüzgârların farkında olmayan ve tek derdi küçücük teknesiyle mavi göle açılmak ve uzakları, bilinmeyen ufukları fethetmek olan bir çocuk. “Her şeyi zamanla öğreneceksin” demişti babası. Her şeyi zamanla öğrenmek mavi gölün sularına korkusuzca atılmak mıydı? Babasının o sırada parmaklarının ucunda kavradığı ayakkabı bağcıkları değil, yıllar sonra üzeri tozla örtülecek olan bir sevginin ayak izleriydi. Her şeyi öğrenmek babasının ayak izlerini takip etmekti. Ama her nasıl olduysa o izler, toz bulutu bir fırtınanın içinde, bir enkazın altında kaybolup gitmişti. Yıllar sonra kendisini ılık yaz rüzgârlarında sessizce dalgalanan masmavi suların kıyısında bulmuştu. Orada o maviliklere teknesiyle açılan yaşlı bir adamın hikâyesini anlatan 10 yaşındaki çocukluğunun elini tutuyordu şimdi.

Her şeye rağmen sahici bir yolculuktu çocukluğum. Hayal kurabildiğim, o hayallere ellerimle dokunup gördüklerimle yeniden inşa edebildiğimi bir yolculuk. Tüm çıplaklığıyla gerçekti o hayaller ve beni bir yerlere sürüklemişti. Beni santim santim inşa eden içinde yıkımların ve yeniden ayağa kalkmaların olduğu sancılı bir sürükleniş… Sonra bir gün gelmiş oyunların, düşlerin ve masumiyetin kaybolduğu bir labirentin içinde bulmuştum kendimi. Yaşamın, beni sürekli meşgul eden tutkuların ve hayallerimi hapsettiğim betonların oluşturduğu bu labirentte kaybolmuştum.

O zamanlar teknemizle masmavi bir gölde sadece yol almıyorduk, aynı zamanda o suya dokunuyor, engin ufuklarında hayaller kuruyor,  maviliğinde kaybolabiliyorduk.  Hepsi bize aitti, hatta bizim bir parçamızdı. O zamanlar bütün bu olup bitenin yaşamın doğal, kaçınılmaz bir parçası olduğunu düşünür olağan karşılardık. Zamanın çarkları, yaşamın döngüsü, zamanın ruhu ne derseniz deyin bizi birazda kaçınılmaz olarak bir yerlere sürüklüyordu işte. Olup bitenin anlamı, daha doğrusu kendimizce yaptığım izah bundan ibaretti. 

Güneşin sabırla her gün üzerine doğduğu bütün sabahları unutabilir miyiz? Zaman, gölgesine sığındığımız ama aynı zaman da o gölgenin yazgısına da teslim olduğumuz bir ağaç değil mi? Hani kökleri kurumaz ya ağaçların; bir gün, anlam veremedikleri bir an onları köklerinden yoksun bırakırlar. Ama yinede ağaçlar köksüzlüğü kabul etmezler, kalın gövdelerinin altındaki var olmayan köklerinin hayaline sıkı sıkıya sarılırlar.

Ah mavi göl… O masmavi sularınla nasıl da çarparsın yüzümüze ulaşılmazlığını. Yıllar geçtikçe sadece çocukluğumun değil sonraki yıllarımın düşlerine de zincir vurulmuş olduğunu fark ediyorum şimdi. Bedenlere değil, hayallere, o hayalleri büyüttüğümüz gökyüzüne, sessiz tepelere, yemyeşil düzlüklere, içimizdeki masal diyarlarına açılan derin vadilere ve teknelerimizi yüzdürdüğümüz mavi göle vurulan bir zincirdi bu. Akrep ve yelkovan kaybolmuş, yeryüzünde her yere kedine ait bir iz bırakan rüzgârın uğultusu işitilmez olmuştu. Bu yüzden sen 10 yaşında kalan çocukluğumuzun hem ilk hem de son yolculuğuydun hep. Onun sularına bakarken bizim dışımızda bir şeye bakıyor duygusuna kapılmazdık. O zamanlar her seferinde limana bizi getiren rüzgârlar vardı. Ve şimdi o rüzgârların önüne duvarlar örüldü ve bugün artık başka bir kayboluşun içindeyiz. Görünmez perdeler o maviliklerin üzerini örttü ve istesek de geri dönemiyoruz artık.  

Bugün hala düşünürüm. O sıcak yaz gününde uzaklardaki tepelerde gördüğüm o mavi göl gerçek miydi, yoksa o labirentin içinde geçmişe ait yeni anıların hayalini kuran zihnimin bana oynadığı bir oyun mu tüm hatırladıklarım? Sonra yine on yaşında, küçük tuğla evinin önünde ayakkabı bağcıklarını bağlayamamanın utancıyla yüzü kızaran o mahcup çocuğu düşünürüm.  Masum bir inanışla teknesinin bir gün geleceğini ve sonrada uzaklarda serin suların çağladığı mavi göle gitmeyi hayal eden o çocuğu. Ardından yıllar öncesinde yaşanan bir masumiyetin tükenmeyen o geç kalmış mutluluğunu hissederim. Mutluluk yaşlanır mı hiç; yıllar geçse de mutluluk sadece derinleşir daha da kapsayıcı ve anlamlı hale gelir. Küçücük olayların içinde zamansızlığı fark ettiğiniz andır mutluluk.  Küçücük parmaklarınızla ayakkabınızın bağcıklarını bağlamayı hiç öğrenmemiş olmayı arzu etmektir. Mutluluk sislerin ardındaki mavi gölün hayaline sıkı sıkıya sarılmaktır; daha çok, daha derin.

          

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments