“Safha-i eyyâma tahrir etdi kilk-i rûzgâr”

Fuzuli

 

Zamanın kalemi günlerin yüzüne olacakları yazdı.

 

Bir acı rüzgâr geldi ve o gün benim gülüm kırıldı.  Uğultusunu duyanların bugün dahi yürekleri  acıyor. O rüzgar, önce esenlerden  ve sonra eseceklerden daha acıtandı . Nereden geldiğini bilinemedi. İsim verilemedi. Hiç kimse onu tam anlayamadı. Her gören, değdiği bir yeri görmüştü ve o yerin halini anlattı. O hal ki zamanın havada asılı kaldığı haldi. Bu rüzgarın kandırdıklarını, kırdıklarını ve kaybettirdiklerini tasvir etmeye çobanların ıslığı,  ressamların fırçası ve hatta ozanlar dili yetmedi. Bağrı yanık yolcular gurbet türküsü gibi yaktılar. Nafile. Nefesleri yetmedi.

 Onu en yüksekten ve çok uzaktan Salih gördü.  Müezzin çırağı Salih, ikindi ezanını o gün  minareden okumaya heveslenmişti.  Nerden bilebilirdi ki köye bir felaket eseceğini? O ikindiden sonra Salih o günü, o rüzgarı, o hali  hep anlatmaya çalıştı ama anlatamadı çünkü ağzını kapatamadı. Lafın sonunu getiremedi. O günden sonra ne konuştu Salih, ne minareden atlarken açtığı ağzını kapatabildi. Minareden atlamasıyla değirmen yoluna dönmüş. Kestirmeden çıkarım diyerekten benim bahçem dalmış ablak. Arkasında rüzgar, önünde kapatamadığı ağzının suları,  gülüme dokunmuş. Bir dikenine bir mevsim bağışladığım gülümün goncalı  dalına dokunmuş. Beyaz yaşmaklı teyze anlattı. Sonrasını gören yok.

Deli esinti köyden müezzin çırağının aklını aldı. Buna karşılık çok bozuk huy getirdi daha önce koklanmamış. Çok küfür getirdi duyulmamış. Köye çok ağlamaklı yakarış,  çok pişmanlıklı bakış getirdi. Uykular gecelerden kaçtı, gündüzlerden kurtuldu o rüzgardan sonra. Salih’in aklına yel girmiş, dediler dağlardan beri gelmeyenler. Salih köyün bomboşluğu. Bir kara gülümseme oturmuş yüzüne. Gördüğüne görümce olmuş,  göremediğine hasretlik.

Benim gülümün kırıldığı o rüzgâr günü, yüzüme önce hafif bir yosun kokusu değdi. Oysaki deniz çok uzakta. Memleketimin mavi manzaralı okul anıları yokluyor beni sandım başta. Ara ara olurdu böyle. Denize dalar gibi dalardım hatıralara. Özlem, hasret ve denizle karışık neler gelecek acaba derken sahici bir yosun kokusu bu, anladım.  Orta Anadolu’nun içine sıkışmış münzevi insanların yaşadığı bu karasal köye yosunun kokusu bir yana hayali bile uzak. Burnum inanamadı. Ellerimle sağlama yaptım. Elimi burnuma götürdüm. Elim, elim gibi kokuyor. Demek ki yosun kokusu doğru. Yosun kokusu tuzla karışıktır hep. Tuzsuz yosun kokusu da var ama o yosun koksa ne kokmasa ne? Tuz; yosunun denize gönderdiği aşk mektubu gibi çabuk gider,  zor gelirmiş. Bu koku nasıl geldi ki buralara? Yosun, bütün denizi, deninizin bütün hikayesini almış içine. Denizden son anda çıkıvermiş,  geriye dönüp son bir kez bakmaya bile fırsat bulamadan, nasıl olduysa bu esintiye aşık olmuş, kaptırmış gönlünü. Hiç düşünmeden girmiş içine çirkin bir masal kahramanı gibi. Dağlar aşmış, tepelere bulaşmış, tarlalarda çalışan genç kızların alınlarının terini  öpüp geçmiş, hasta ihtiyarların yüzünü son bir kez görüp geçmiş. Yosun kokulu bir rüzgar buralara kadar neden gelmiş?

Önce söylencesi şöyle anlatılmış:

“Yosunlu rüzgâr, köyün bütün sokaklarını dolaştıktan sonra değirmen yolundan şehre doğru giden bir eşeğin sırtına atlamış.  Bu yaşlı eşek  salına salına giderken birdenbire Salih’in dedesinden kalma bir metruk evin önünde durmuş.”  

Sonra kendisi gelmiş rüzgar, yosunu ve kokusu ve soğuğuyla. Salih görememiş bu sevdalı yosunu, görse de bir şey değişmezdi.  Rüzgar yosunu unutulmuş bir destana bıraktıktan sonra değirmen yolundaki metruk eve doğru  kötü kötü deli deli esmeye başladı. Sesini duyanlara yalan yanlış hikayeler, korku dolu masallar anlatıyordu. Köyün bütün duldalarına iftiralar atıyordu. Gidip gelip uğulduyor. Korkutucu olduğunu fark edince de böbürlenerek isterse göçmen kuşlardan daha uzağa gideceğini, meşenin kendisinin arkadaşı olduğunu anlatıyordu köyün meydanında. Beyaz yaşmaklı yaşlı kadınlar  felaketi hissediyorlar ve içli ağlayışlarını gizliyorlar, gizli gizli içleniyorlardı.

Salih’in dedesinden kalma metruk evin etrafında dönmeye başladı rüzgar. Ve öfkeyle esiyor kibirli sesler çıkarıyordu.  Rüzgara göre dokunduğu her nesne  çok beğeniyordu onu. Dünya onun hızıyla dönüyordu. Köyü güneşe o döndürüyor, ısıtıyor. Sonra yine dünyayı o döndürüyor, serinletiyordu. O esmese ay tutulmaz, denizler köpürmez, kadınlar gebe kalamaz, çocuklar oyun oynayamazdı. Harman yelsiz olmaz. Harman olmadan tane başaktan ayrılamazdı. Bizi rüzgar doyuruyordu zira. Rüzgar duramayacak daha doğrusu kendini durduramayacak gibiydi. Kim bilir kaç etek havalandıracak, kaç yelken dolduracak, kaç sobalı evin dumanını savuracak, kaç çobanın elini üşütecek sonra bir köşede usul usul dinlenecek günlerce. Yine ayağa kalkacak oradan içine topladığı kekik kokusunu götürecek, dağlarını özleyenlere. Bu, böyle sürecek, böyle esecekti.

Benim gülüm kırıldı. Salih hangi ayağınla çarptınsa  öteki ayağın kırılsın. Bastığın ayak, bütün arsız yükü ömrün boyunca taşısın. Taşıyamaz olsun da düşman olsun kendi ayağın sana. Neden kaçtın, neden korktun bu rüzgârdan. Ne gördün Salih? Neden kırdın gülümü. Rüzgarı bilmeyen gülümü. Cevap vermez Salih. Ağzı açık. Kapatamaz.

O  fırtınadan sonra köyün  iklimleri birbirinin içinden çıkar oldu. Misal,  buz gibi zemherinin içinden güneşli bir yaz günü çıkıverdi. Ağustosun ortasında kar yağdı domateslerin üstüne. Bembeyaz yaşmaklı teyzeler, askerlik anısı kadar kalan yaşı amcalar bildikleri bütün duaları sırayla okuyorlar ama nafile. Gül gibi mevsimler birbirinin içine kırıldı. Kış geceleri uzadıkça uzadı, islendikçe islendi. Bütün hikayeler bitti. Benim kimsenin bilmediği hikayemi anlatmadım. O rüzgarlı ikindi akşamından sonra kaç sabah oldu , horozların sesi yetmedi saymaya. Beklemenin kendisi bile bekleyemedi artık anlat diye haykırdı.

Bazı hikâyeler hemen anlatılınca renklenir. Zamanı güzelleştir. Durmamalı onlar, bütün köy kahvehanelerinin masalarında gezmeli.  . Bazılarını hiç anlatmamalı. Bir cenaze hızıyla gömmeli, gözlerde yaşları ellerde soğuk bir kürek tutmanın zoruyla. Bir görev bir son görev yapma yarışına girmiş olmanın edasıyla. Bazı hikayeler, göğsüne bıçak saplanmış yorgun bir  tanrıça heykeli gibi kalmalı yontulduğu çağda. Gören yolcular gördüklerini unutmalı, adını duyanların aklına şaşmalı.

Benim gülüm kırıldı. Ben görmedim, duydum, içime attım, yüreğime gömdüm, bekledim. Anlatamaya sözüm varacak kadar unutmayı bekledim. Açtığı yaranın kapanmayacağını anlayacak kadar bekledim. Senin canın sağ olsun dedi kimisi gülümden bahsedince.İyi de nasıl? dedim. Benim canım…

Meğer Salih, minare hevesini almış, rüzgârın peşinden şehre gitti. Şehirden gelenle haberleri geldi ama gidenle benim beddualarım gitti mi bilmem. Mazot kokulu şehirlerin en gurbetliğinde kalakaldığını duyardık Salih’in. Şehir şehirse yosun kokar değilse mazot.

Benim gülüm kırıldı. Yenisini koyamadım yerine. Bahar geldi. O soğuk rüzgârı unutturdu gülümü. Yaz geldi. Arkasından kış geleceğini unutturdu.  Gözüne baktığım herkes benim gülümün kırıldığını unuttu. Belki de unutmadılar,  unutma bahçesine diktiler gülümü.

Neden rüzgar metruk evin etrafında dolanmıştı? Diğer bütün evlerin önünün geçmişti de  bu evin etrafında ne aramıştı. Evin yalnızlığını mı merak etmişti? Bu hırçın yelin merakını coşturan  bir efsanesi mi vardı? Yoksa değirmene giden yolda tesadüfen mi görmüştü bu evi?  Ben bunu anlamalıyım dedim kendi kendime? Bunu anlamalıyım ki ben de susabilmeliyim herkes gibi. Konuşmayınca anlaşılabileceğimi biliyordum. Anlayınca konuşmayacaktım.

Bir rüzgar esti.

Salih neden kaçtı?

Benim gülüm kırıldı.

Anlamalıydım.

 O metruk eve gitmeliydim. Evdeki suskunluğa eklenmeliydim. Gitmiyordum ve içimde ev birikiyordu. Gidip sormalıydım, “Ben anlamadım yalnız ev, sen anladın mı? Sen bu köydeki herkesten ve her şeyden büyüksün. Sen benim sorularıma cevap verirsin. Şehre büyük adam olmaya gidenlerin önünden geçtiği sensin”.

Salih’in dedesinin eski ve yalnız evinin kapısının önüne geldim. O kadar önce kilitlenmiş ki kapı kilitli olduğunu unutmuş. Ben karşısında durunca açıldı.İçeri buyur eder  gibi açıldı. Uzaktan gelen köpek havlamaları duyuyorudum gittikçe uzaklaşan. Kapının arkasında bir boşluk vardı. Büyük bir boşluk ve başka hiçbir şey. Ellerim boştu, merakım boşa çıkmıştı, boşuna gelmiştim bu metruk eve. Ah, rüzgar! Bir boşlukta yakaladın beni rüzgar.

Beni yolcu eden yine kapı oldu. Ben çıkınca hafifçe eğilir gibi kapandı. Bir kilit sesi düştü boşluğa.Ben de kapının önünde hafifçe eğildim. Yeni tanıştığımız biriyle nasıl vedalaşacağımı bilemediğim anlardaki tereddütlü halimle eğilerek hoşça kal diyecektim ,kapıyla duvarın arasında sıvaların dökülmesiyle oluşmuş bir   oyuk gördüm. Bu oyukta rüzgarın ve zamanın ayak izleri vardı. Oyuğa dikkatli bakınca  bir defter gözüme ilişiverdi. Defter beni görmemiş gibi yaptı. Arkası dönüktü. Rahattı. Tekrar kapıya baktım. Bakımsız bir bahçeden köy yoluna çıktım. Caminin önünden geçerken minarenin gölgesi,  yolu ikiye bölmüştü.  Bu düz nemli çizgide serinlemek istedim. Hava çok da sıcak değildi. Belki gün sonbaharın içinden çıkan bir yaz günüydü. Acaba o defterden neler çıkardı, neden oradaydı? Merak beni rahatsız etmişti. Kahvehanenin önünden geçerken hiç kimsenin olmadığını görmek istemedim. Yine de baktım kahveye. Kimse yok. Kahveci de yok. Demini almış çay kokusu yok. Ihlamur kokusu o da yok. Adaçayı, tost makinesinde yanmış ekmek kokusu, nefesle karışık sigara kokusu, yerlere serilmiş talaş kokusu, rutubetli gazete kokusu, ayakta işeme kokusu, nasırlı ellerin kokusu, insan  kokusu yok. Belki kahvehane de yoktu. Merak vardı karşımda yolun ortasında sırıtarak dikilen. Defterin merakı. Geri dönmeyi düşündüm. Geri dönmek istedim. Açıp defterin içine bakmak istedim. Kim bilir, evin içindeki boşluğu, benim gülümün boşluğunu, kahvenin boşluğunu, denizin içindeki tuzun boşluğunu, yosunun içindeki sevda boşluğunu,  uzaktan gelen köpek seslerinin boşluğunu hatta köyün bütün boşluklarını kapının oyuğundaki  deftere doldurmuştur rüzgar.

Aniden döndüm. Yollar benimle döndü sanki. Kahvehane bu sefer çok kalabalık. Bütün kahvehane kokuları sıraya girip geliyorlar burnuma. Önünden geçerken nereye gittiğimi sorsunlar diye hızlandım. Görmediler bile. Daha da hızlandım. Metruk evin önüne soluk soluğa geldim. Yolda durdum. Kayısı ağaçlarının arasından kapıya doğru baktım. Kendimi gördüm. Savrulan bembeyaz bir yaşmağın içindeyim. Sanki ben, kitap ve kapı dışında her şey solmuştu. Biz bembeyaz olmuştuk ve evin etrafında dönüyorduk. Zaman bir keman ezgisi inceliği ile belirsizleşiyordu. Rüzgar dile sığdırılmış tüm zaman kiplerini bozarak esiyordu. Ben, kitap ve kapı rüzgar oluyorduk. Rüzgar bir geleceğe bir geçmişe doğru hızlanıyor ve rüzgar hızlandıkça zaman yavaşlıyordu. Ve artık dönmenin hızının ve yavaşlamanın zamanının önemi kalmıyordu.

Korkarak defteri elime aldım. Eskimiş yüzü, gezmekten yıpranmış, hırpalanmış ama değeri günden güne ilden ile artmış bir derviş hırkası gibiydi. İnce değildi içini açtım, inceledim. İnce bir metindi. Eski harfler,  soluma doğru ince ince özenle dizmiş, benim anlamadığım çağrışımlara çığlık çığlık birbiriyle yarışıyorlar. Her dizenin  altında bir başka dize. İkişerli dizilmiş bu şiirsel dizeler aynı boyda. İnce ince rengi kurumuş mürekkeple buluşmuş bu dizeler ne söylüyordu?

Bazı yerlerden oklar çıkarılarak yeni alfabe ile karşılıkları belirtilmiş. İlk sayfada   Salih’in dedesinin adını okuyabildim. Sayfayı çevirdiğimde yine eski harflarle yazılmış bir çizgi halinde bana bakan, tüm sırları çözmüş bir çizgi daha gördüm. Ve altında bunu incelemiş biri bir ok çıkarmış , okun ucunda yeni harflerle:

Safha-i eyyâma tahrir etdi kilk-i rûzgâr

Onun altında da bu dizeyi tanıştırmak ister gibi:

“Zamanın kalemi günlerin yüzüne olacakları yazdı.”

Yazıyor. O anda yüzüme hafif bir yosun kokusu değdi. Ben, defter ve köpek sesleri dışında her nesne karardı. Bu metne göre  rüzgar ve  zaman birdi. Ama öyle saatlere ve takvimlere hapsedilmiş bir zaman değil bu. Güneşi, ezan sesleriyle beşe bölmüş bir zaman değildi bu. Minareye çıkan, kahvede oturan bir zaman. Kırıldığını bilmeyen gül gibi bir zaman. İnsanları terk etmiş bir evin hatırlı kapısındaki oyukta unutulmuş defterdeki gibi bir zaman.  Sonra gelip defterin ne kadar eskidiğini gören zaman. Beni buraya getiren rüzgarda yok olan zaman. Çok baktığınız bir yüze yıllar sonra tekrar baktığınızda gördüğünüz zaman.  Ve rüzgarın kalemi olacakları günlerin yüzüne yazıyordu ne olacağını?  Çok cılız bir ezan sesi duydum. Bu köyden değildi. Bu köyde  minare yoktu. Ben doğmadan bir fırtınada yıkılmış.

Her şey durdu.

Rüzgar geçiyor ve zaman esiyorsa, kalem aslında zamanınsa ve deftere o yazıyorsa ne olacağını…

Şehirdeki beyaz yaşmaklı teyzenin bir oğlu olmuş. Adını Salih koymuşlar.

Neden bütün evler terk edilmiş? Bu köyde neden kimse yok?  Köyü terk edenleri deftere mi yazmışlar?

Nasıl dikileceğini bilmiyorum ama gül dikmek istiyorum bu yaz bahçeme. Belki bir de rüzgar gülü yaparım beyaz. Dönsün,  dursun.

Zaman,  hiç gelmeyeceğini bildiğimiz güzel günlerde bana yosunlu hikayeler anlatsın.

 

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Duran Akbaba

“Bazı hikayeler, göğsüne bıçak saplanmış yorgun bir tanrıça heykeli gibi kalmalı yontulduğu çağda.” Çok güzel, çok içten bir hikâye olmuş. Kaleminize sağlık.

%d blogcu bunu beğendi: