“Anlamasan da olur. Kimse anlamasa da olur. Gerçek hürriyet budur Olric. Anlatamasam da olur.”                                                                                              Oğuz Atay, Tutunamayanlar

 

– Biliyor musun Olric, bugün bir “hayvansever”den fırça yedim. Bak hayvansever’i tırnak içinde söylüyorum.

-Fırça yemek ne demek efendimiz?

-Azarlandım yani. Sen yolunda giderken üzerine doğru tam gaz koşan bir köpek görsen korkmaz mısın? Ben de korktum ve çığlık attım. Baktım sahibi elinde köpeğin tasmasını sallaya sallaya geliyor. Suratında da gevşek bir gülümseme. O sallanan tasmayla umursamaz gülümsemesi sinirlerimi hoplattı. Korkudan rahatsızlığa geçiverdim. Bir de “Bir şey yapmaz!” demez mi! “Ben nereden bileceğim bir şey yapmayacağını?” demeye teşebbüs ettim. Yüzündeki gülümseme silindi. “Hem o tasmayı elinizde sallayacağınıza taksanıza köpeğinize!” diye devam edince bunun gözler devriliverdi. Başladı bağırmaya. Ne hayvan sevmezliğim kaldı, ne anlayışsızlığım.  

-Haklısınız efendim, ben olsam ben de korkardım.

-Değil mi ama! Ne zamandan beri korku, sevgisizlik olarak değerlendiriliyor Olric?

-Ne zamandan beri?

-Hayır yahu, soru sormuyorum. Durum değerlendirmesi yapıyorum. Bazı hayvanseverler hayvanlarını severken insanları sevmeyi unutuyorlar sanki. Geçen gün birini köpek yavrularını öldüren adamın çocuklarının da ölmesini dilerken duydum. Çocukların ölmesini dileyen bir insanın köpek yavrularına olan sevgisi ne kadar gerçek olabilir ki? Çok çabuk nefrete dönüşen sevgilerin içi boş geliyor bana Olric. İtiraz edeyim dedim bu kadıncağıza. “Babalarının vahşetinin bedelini çocukları niye canlarıyla ödesinler?” demeye çalıştım. Lafımı ağzıma tıktı. Karmaymış bu. Onun da evlat acısı yaşaması gerekiyormuş. Fani insanların kötü dileklerinin karmanın işleyişine gücü yetebilir mi Olric?

-Karma nedir efendimiz?

-Sen de çok eskilerde kalmışsın be Olric. ‘Ne ekersen onu biçersin!’i bilir misin? İşte öyle bir şey! Bu kadının sevgisi çok eksik bence, gölgeli hatta hiç ışığı yok.  Öfke karıştı mı sevgi kararıyor, eksiliyor. Bu günlerde herkes o kadar öfkeli ki! Sen yolunda giderken öfke gelip seni bulabiliyor. Köpeğini dolaştıran bir kadının seni sevgisizlikle suçlaması kılığına bürünebiliyor ya da arabasını yanlış yere park etmiş bir sürücüyü uyarmaya kalktığında kadın olmana sözle saldırılabiliyor.

-Kadın olmak hep zordu efendimiz.

-Sen nereden biliyorsun? Turgut’la bu konuları konuşur muydunuz?

-Konuşurduk, biz her şeyi konuşurduk.

-İnsanın her şeyi konuşabileceği bir dostunun olması güzelmiş. Dostum sandığın birine bir sıkıntını anlatıyorsun bazen, bir derdini, yüreğini yakan bir sırrını. Gözlerinde bir şimşek gibi çakıveren haz pırıltısını yakalayıveriyorsun sonra. Paylaşmaya çalıştığın mutsuzluğundan aldığı keyfi gizleyemeyen birinden dost mu olur Olric? Kötücül hazlar gizlenemiyor. Bazen gözlerde bir pırıltı bazen dudak kenarlarında bir kıvrım bazen bir omuz hareketiyle kendini ele veriyor. Bazen de sadece bir his oluyor. Emin olana kadar dostum demeye devam ediyorsun. Kabul edemiyorsun, görmezden bile geliyorsun. İnsanın insana ihtiyacı var. Hepimiz o kadar yalnızız ki! Görmezden gele gele yalnızlık kırıcı sevgilerin peşinde koşup duruyoruz. Ne zaman ki karnımıza bir yumruk yiyoruz, o zaman durur gibi oluyoruz. Sonra yine yeniden arayışlara giriyoruz. Aramaktan vazgeçenler de oluyor tabii. Tıpkı Selim gibi.

– Selim’le şahsen hiç tanışmadım. Mektuplarında ve defterlerinde okuduğumuza göre öyleymiş. 

-O da çok aramış ama bulamadığına karar vermiş. Arama eyleminde Turgut’u da tetiklemiş. Şimdi herkes daha kalabalık ama daha yalnız, biliyor musun? Kalabalıkların aldatıcı ortamında yalnızlığımızın farkına varmıyoruz. Hep öyle devam edeceğiz sanıyoruz. Gerçek sevgilere hoyrat davranışımız ondan olabilir mi? Sahte ve koşullu sevgilerle çevrelendiğimizde başımızda kavak yelleri esiyor. Rüzgârın uğultusunda ne çok şeyi kaçırıyoruz. Kırıyoruz döküyoruz. Önce etrafımızdakileri sonra da kaçınılmaz olarak kendimizi.

-Haklısınız efendimiz.

-Bana efendimiz deyip durma. Turgut mu istedi senden böyle konuşmanı?

-Hayır, ben kendim tercih ettim.

-Birilerinin kendi tercihleri olması ne güzel! İçine gömülüp yuvarlandığımız o sahte kalabalıklarda kendi tercihlerimizi de kaçırıyoruz. Ya kendimizi akıntıya bırakıyoruz, birilerinin bizim adımıza karar vermesi kolay geliyor. Ya da bazı şeyler dikte ediliyor ve biz bunun kendi tercihimiz olduğu yanılgısına düşüyoruz. Belki derinde bir yerlerde fark ediyoruz da bunu bilinç düzeyine taşımak işimize gelmiyor. Galiba Selim farkına varmıştı bunun.

-Olabilir efendimiz, ah özür dilerim.

-İnsanın bu farkındalıkla hiçbir şey yokmuş gibi yola devam etmesi ne kadar zor. Belki de kuşatıldığımız öfkeler biraz da bu yüzden. Bize dayatılanları derinlerde fark ediyoruz ama onlarla yaşamak zorunda kalabiliyoruz. Karşı çıkmayı gerektirecek cesareti taşımadığımızı fark etmek de öfke sebebimiz olabilir. Korkaklığımızla yüzleşemiyoruz. Bir de öbür taraf var; empoze eden, dayatan taraf. Onlar da diş geçirmediklerinde, dayatmaya çalıştıklarına kulak asılmadığında öfkeleniyorlar. Neyse ki onlara karşı çıkan cesurlar var. Büyük öfkelerin hedefi oluyorlar ama yine de direniyorlar. Kendini kendi tercihleriyle var eden, başları hep dik insanlara büyük hayranlık duyuyorum.

-Var değil mi kendi tercihlerini yapabilenler?

-Var tabii, olmaz olur mu? Her tercih bir vazgeçiştir. Tercih yapabilmek hem şans hem güç hem de cesaret gerektirir. Bu şansın varsa ve bunu harekete geçirebilecek kadar güçlü ve cesursan işte o zaman asıl özgürlüğün sularında yelken açıyorsun. Ama suya açılmak fırtınaları da beraberinde getirebiliyor.  O zaman vicdanın devreye giriyor. Vicdanla dengelenen tercihler ciğerleri genişletiyor, ömrü uzatıyor. Öte yandan vicdanı inanç ve dinle karıştıranlar olabiliyor. Vicdan inançtan bağımsız değil elbette. Kendine inanman gerekiyor önce. İyiliğe, iyiliğin bulaşıcılığına, gücünün kötülükten üstün olduğuna inanman gerekiyor. İnançtan kastım bu. Üstelik iyilik kötülükten daha kolay yahu! Kötü olmak ne çok yalan dolan, ne çok zihinsel mesai gerektiriyor. İnsanların neden kolayı seçmediklerini gerçekten anlamıyorum.

-Kötü olmanın kısa vadeli kazançlarına kaçıyorlar belki.

-Uzun vadede ne çok şey kaybettiriyor oysa. En başta kendine olan inancın ve saygın yok oluyor.

-Kendine inanmayı ve saygı duymayı umursamayanlar da var.

-Doğru söylüyorsun. İnanç ve saygı nasıl umursanmaz, bunu da anlayamıyorum. İyi ve ahlaklı olmak için dini inancı gerekli görenler var bir de. Oysa din Allah’a giden yollardaki yöntemleri belirliyor. Burada yine tercihler devreye giriyor. İstediğin yolu seçebilirsin  ya da bu yollardan hiçbirine sapmadan Allah’a ulaşabilirsin. Allah’a ulaşmamayı tercih ederek de iyi ve ahlaklı insan olabilirsin. Bunun için vicdanını hep eğitmen gerekiyor ama. Biliyor musun, vicdan en büyük erdem ve çok emek istiyor Olric.

-Öğrenmeye çalışıyorum.

-Evet, hep öğrenmek gerekiyor. Bu da ne güzeldir. Bilgi değişken ve esnek bir kavram. “Tamam öğrendim ben, biliyorum artık!” dediğin noktada ileri değil geri gitmeye başlıyorsun. Oysa dünya değişiyor, hayat değişiyor, dünyayı ve hayatı tanımlayan bilgiler de değişiyor. Senin de bilgiyle uyum içinde kıvrak ve esnek olman gerekiyor. Bu çok kıymetli bir eylem. Seni hayata bağlıyor, canlı ve dinamik olmanı sağlıyor, egonu dengede tutuyor. Yani Olricçim, bilgi güçtür ama senin bu gücü hak etmen gerekiyor.

-Peki efendimiz.

-Ben efendin değilim yahu Olric. Kimsenin efendisi değilim, kendimin bile. Ortada bir efendi varsa bir de köle vardır. Bu iki kavramı da sevmiyorum. Burada yine şans, inanç ve tercihler devreye giriyor. Kölelik bile bir tercih olabiliyor, evet. Birinin senin yerine kararlar alması ve senin kaderini belirlemesinin kolaycılığı dururken, özgürlüğün zorlu ve çaba isteyen duruşunu tercih etmeyenler olabiliyor. Bunu anlayabiliyorum. Herkes zoru istemeyebilir ama işte o zaman şikâyet etmemek gerekiyor. Şikâyet etmek lükstür, bu lükse erişebilmek için bile çaba göstermek gerekiyor. Ne çok kişi hiç emek vermeyip ne çok şeyden şikâyet ediyor. Ve başkalarının ayakkabılarını giymeden, hikâyelerin önünü arkasını bilmeden, öğrenmeye de çalışmadan ne çok yargılıyoruz birbirimizi. Yargılamakla da kalmıyor haddimizi aşarak hüküm bile veriyoruz. Sosyal medya da buna çanak tutuyor.

-Sosyal medya nedir?

-Ohooo, nereden başlasam da anlatsam? İletişim ve bilgi paylaşımını sağlamak amacıyla, üstelik iyi niyetle kurulmuş ama bu aralar ayarı iyice kaçmış, bilgiyi kirleten, nefreti yayan, herkesin her şeyi canının istediği gibi ifade edebileceğini sandığı, üslupsuz konuşmaların döndüğü, insanları kalabalık ve dostlar arasında olduğu yanılgısına düşürüp daha da yalnızlığa iten platformlar diyeyim sana. Çok açıklayıcı olmadı ama.

-Anlamaya çalışıyorum.

– Ben de Olric, ben de. İşte bütün bunlar hep yalnızlıktan, içten yürekten tertemiz konuşabileceğimiz kişiler olmamasından. Selim günlük tutmuş, Turgut trene binip bilinmez yerlere gitmiş. Sen de boşa çıkınca bana geldin, iyi oldu. Bak ne güzel sohbet ediyoruz. Sokaktaki ev köpeğinden nerelere geldik. Belki günün birinde ben de bir trene atlayıp bilinmezliğe giderim. O zamana kadar takıl buralarda!

-Takılmak derken?

-Gitme yani, zihnimde benimle kal! Olur mu?

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: