” Bana göre yapılmamış benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum. Sen uyuyordun, bilemezsin ” diyor, özgür kadın ve büyük kalem Tomris Uyar.
Ne güzel demiş değil mi? Bize göre değil bu sahne, biz başka senaryoların kafa tuttuğu yaşamı rol alıp giyindik.
Bazı insanlar; anlatılacak hikayeler yaşarmış söyleyeceklerini unutmamak için.
Diyecek ki bir gün bana: ” Fazla şiirden öldü, hikayesinin ömrü uzundu. ”
Ben sanatımın çıplak vücudu içinde seyrettim üstü kapalı foseptik ruhları.
İsa’nın elindeki yara aşkına!
Ona Meryem mi gerek yoksa merhem mi?
“Sen iyi bilirsin” dedi.
Ben mükemmeli değilim, bu kötü zamanların, biliyorsun. Yine de kötüleme beni.
“Bu şehri sevmemin tek nedeni; köşe başını döndüğümde seninle karşılaşma ihtimalimdir. ” diyordu Lawrence Durrell.
Her ihtimal bir gerçek yaşam sanatıdır. O hikâyenin tüm olasılıkları ise kanıtsız ama inandıran imkânsız bir kahraman doğurur.
Ey zahid,
pervaneye kızma!
Zira mumun suçu yoktu,
mum erimek pervane ölmek istiyordu
Saçının ucundaki kırıktan başla, eski kıyafetlerinizi sonra, aynayı atın, yıllardır baktığınız aynı aynayı atın, nasıl olsa arkanızdan konuşanlar olacaktır onları da atın mesela, evde sadece pencere kenarında oturacağın bir koltuk ve kitapların olsun, ne var ne yoksa atın. Sizi üzen her şeyi atın. Nasıl ferah değil mi? ‘Boşunaymış bunca insan yığını ve eşya’ diyeceksiniz…
Arkanızdan konuşacaklar yine, bu sefer ‘yalnız ve delirmiş’ diyecekler belki. Olsun ne dedikleri önemli değil bu saatten sonra.
Ona perde dik, güneş ört, bak nasıl hücreleri çoğalacak.
Nasıl ıslanacak kirpikleri sağanak bir aşktan. Özgür ve delirmiş ruhtan daha iyisi yok -aramızda kalsın-
Gözyaşı, yavaş yavaş ve vakur, teninin köklerini yeşertir gibi…Ah mülayim kadın! Ne kadar da kurumuş, sevinçlerin.
Naif kadın!
Dokunsam sana, sevsem seni biraz desem, vicdan azabı da duyuyorum; sürmeyeyim elimi desem seni özlüyorum -ki kahretsin özlüyorum-özlüyorum işte.
Ya sen burayı terk et ya ben gideyim diyorum. Başka türlü olmayacak, kadın! Gitmelisin! Sana hem kızgınım hem kırgınım hem özlüyorum seni. İşte bu yüzden ya sen ya ben gitmeliyiz artık.
Emanet bir iki sözcük hatrına idi, bu gönüllü mısraları çekmek temiz bir sineye…
Aşk ola deryasından çektiğimiz halin diline
Aşk ola lütuf için dalıp giden kahrın tecridine
Kim demiş hazanı görmeden el verdi ilkbahar kışa
Gördük, ağaçları, sıyrılan kuşlardan, titreyen katreden
Eyvallah, içimize düşen aleve teslim ettik, ne gamdır bu rüzigarın telaşına.
“Bir ruhun anlaşılması için kaç asra ihtiyacı vardır?” derken haklı değil miydi Nietzsche?
Öyle değil mi ki? Yaşamın ıssız ve sahte olmayan tarafından görebilen tuhaf duygu insanı için ıstırap ile gömülü hayat bir nevi ruhu saf deniz üstünde tutmak için feda edilir.
Her şeye rağmen aşkla bakmalı. Yeniden dirilmeli. Bazen yeni bir dala konan kuş sesiyle tanışır gibi, yeni bir bakışı yakalar gibi aralığından günün. En çok şair kazanacak. Kim demiş hüzün bizi yere serdi diye. Bahçe uzak değil, çiçeğin bizden olduğunu bilelim yeter. Istırabın gülüşü rayihalar boyunca gönlün kemendini bir bir açacak elbette.