“Sözcüklerinizin anlamı yok. Hiçbir kelimenizin anlamı yok. Sandığınızın aksine bu yokuşta yukarı değil aşağı yürüyorum. Birkaç adım sonra düzlüğe varacağım ve tüm rüya noktalanacak. Tüm bu kargaşa, gözyaşı ve öfke benim için mi? Hayatım boyunca sırıttığım her kalbin bana bir borcu var. Tam şuan bu borcu ödemenizin vakti. Durma, durma gülümse. Ağlayan maskeni indir ve yüzünü olabildiğince ger.”
Turuncu saçlarının altında donuk ve mavi bir siluet saklıydı. Bir elinde kahve fincanı diğer elinde ise kimden yadigar olduğu bilinmeyen bir Walther PP saklıydı. Üst üste atarak rahatlattığı bacaklarında en ufak bir titreme yoktu. Uzun bir soluk alıp bıraktı. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra söze tekrar başladı.
“Deli olduğumu sanıyorsunuz. Ne hoş. Delilerin bile özgürlüğü vardır terazide. Soylu bir efendinin karşısında alçak, iffetsizlikle dışlanmış bir kadın karşısında yüksek, tekmelenmiş bir sokak köpeğinin ise hemen hemen tam karşısında olur deliler. Bu yüzden beni daha fazla mutlu etmeyi bırakın. Dilinizin altındaki obruklarda yaşayan tüm kelimeleri ben göçmeden önce ışığa kavuşturun.”
Elindeki kahve fincanının masaya bırakıp üç parmağını sırasıyla masanın üzerinde gezdirdi.
“Hayatım boyunca bir hikayem olmadı. Hiçbir zaman hikaye olmaya değer bir maceranın içine girmedim. Çünkü bana öğretilen şey yalnızca boşluktu. Hiçbir zaman denize girmedim, hiçbir konserde dudaklarımı aralayıp şarkıya eşlik etmedim. Her zaman varlıkla yokluğun arasındaki perdelenmiş diyarda sallanıp durdum. Bana gösterdiğiniz şey tam da buydu. Dışarıda ne kadar gülersem içeride o denli ağlayacağımı hiçbir zaman aklımdan çıkaramadım. Vitrinli sokaklar yerine boş parklardan hoşlandım. Hiçbirinize sarılmak istemedim. Belki de bu benim kırılmamdı. Beni benimle kırdınız. Hem de hiçbir şeyden haberiniz dahi olmadan.”
Derin bir nefes daha aldıktan sonra ellerini saçlarının arasında gezdirdi.
“Birine yapabileceğiniz en büyük kötülük ondan mutluluğunu almak mıdır? Eğer öyleyse hiçbiriniz bana kötülük edemezsiniz. Çünkü ben hiçbir zaman mutluluğa sahip olmadım. Mutluluğun kol gezdiği anlarda dahi sizlerin ördüğü zincirlerle kamçılandım. İşte bu, önümdeki fotoğrafta gülen küçük çocuk. O yaşta dahi içine gülüyorsa efendim, o çocuk o yaşta ölmüştür zaten.”
Sesini temizleyip devam etti.
“Elimdeki gümüş zımbırtının, kağıtları birbirlerine geçiren bir zımba kadar değeri olmamasına rağmen buna o değeri yükleyen siz insanlar, size tüm kalbimle muhtaç olduğum saatlerde benden iğreniyordunuz. Basit sorular soran, basit hazlar peşinde oradan oraya yuvarlanan siz insanlar benden iğreniyordunuz. Peki sebebi… İşte bu ilacın prospektüsü tam da bunlar. Hiçbir zaman sizler kadar gülmedim, hiçbir zaman statüm sizler kadar yüksek olmadı, hiçbir zaman sizlerle dans etmedim, sizlerle yüzmedim ve sizlerle şarkılar söylemedim. Ne kadar basit görünüyor değil mi? Gülmek, eğlenmek ve biraz daha gülmek. Sizler, sizler ölümü kabullenmiş bir beyinden daha sahtesiniz.”
Kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra yanındaki pencerenin soğuk mermerinde konaklayan sarı yapraklı kalanşoyu gözlerinin hizasına getirdi.
“İşte bu çiçek. Bu çiçek size her şeyi anlatacak olan kişi. Beni sıkılmadan, bıkmadan tüm gerçekliğimle dinleyen ilk ve tek kişi. Benim kadar silik bir insanın bir vasiyeti olabilir mi bilmiyorum ancak sizden istediğim bir şey var. Bu çiçeği benden ve zincirinden kurtarın. Onu bu evden uzağa, götürebildiğiniz en uzak ormana teslim edin. Biliyorum, elinden gelse benden kurtulurdu ancak tanrı ona bu hakkı vermedi. Oysa ben, tanrı kadar yüce ve adil olmayan ben, bu çiçeğe bir hak vereceğim.”
Bol çiçekli saksıdan seçtiği sarı kalanşo tanesini silahının namlusundan içeri ittirdi. Silahın kabzasını ters biçimde tutup masaya birkaç kere vurdu. Çiçeğin tabancanın içine girdiğine emin olmak için göz ucuyla namluyu yokladı.
“İşte son perde. Kaygılı yağmura, sarı sokaklara, göremediğim sonsuz plajlara, alev alev yanan çöllere ve birbirine yoklukla tutunan kar tanelerine elveda, farlarını karanlığı tehdit edercesine yakmış pahalı arabalara, ömrünün bitmesini dans ederek bekleyen mum ışığına, güneşe ve günlere elveda. Renklere, özellikle sarıya elveda, sahtelik, ihanet, mesafe ve engellere elveda. Elveda, bir kez olsun gülmek istediklerim. Elveda, gülerek yarım bıraktıklarım. Hepinize ve sizden sonrakilere sonsuz kucak dolusu elveda.”
Mavi-gri kayıt makinesini eline alıp ekledi.
“Hayatımın zirvesinde
Varlık ve yokluğun çizgisinde
Bir kalanşo ve bir korkak
Ölümsüzce umarsızlığa!”
Kayıt makinesinin üzerinde gezdirdiği parmaklarını yazıları silinmiş kırmızı tuşun üzerine bıraktı. Odanın içinde, kaydın tamamlandığını bildiren tiz bir ses yankılandı. Donuk bir ifade ile kayıt aletini masaya, sevgili çiçeğinin yanına bıraktı.
“İşte oldu. İkimizde bu sonu çoktan hakettik.”
Kabzasını kavradığı silahın namlusunu hedefe yöneltti.
“İşte kurtuluyoruz.”
Tetiğin çekilmesiyle birlikte evin civarında kuşlar uçuştu,uzaktaki komşular diken üstündeymişçesine ayaklanıp sağa sola bakındı. Yanlış bir şekilde odaya kargaşa ve huzur hakimdi. Namlunun hedefi olan kalanşonun saksısı binlerce parçaya ayrıldı. Porselen saksıdan fırlayan parçalar yüzünde ve kollarında kesikler oluşturmuştu.
“İşte senin kurtuluşun. Bir kaplumbağayı kabuğundan ayırmaya benzedi. Sıra bende sevgili dostum.”
Çekmecesinde sakladığı ilaçları kahvesinin içine doldurdu.
“Ölüme”
O andan itibaren saat, takvim ve süreceğini sandığı her şey durdu. O odanın kapısı haftalarca açılmadı. Saksısı ve toprağı dağılmış kalanşonun hayattan umudunu kestiği bir gün odanın kapısı kolluk kuvvetlerince kırıldı. Bir çiçek ne kadar irkilebilirse o kadar irkildi. Odadaki kalanşo hariç önemli görülen tüm eşyalar toplanarak sahibinin yakınlarına götürüldü. Kalanşo, vasiyete uyup onu götürecek birinin gelmesini aylarca bekledi. Aylar sonra iyi giyimli bir beyefendi canavar görünümlü sarı ve turuncu araçlarla evin duvarlarında belirdi. Kalanşo, sarı kasketli ustalar tarafından kör bir poşete bir tıkıştırıldı. Kısa bir yolcuğun sonunda kendini hiç tanımadığı, ölmüş böcek ve metal yığınlarıyla dolu bir çöplükte buldu.