Topyekun yakmıştım zihnimdeki fotoğrafları. Öyle ki silik, ucu yırtık bir yığın anı kayboldu belleğimden. Zararda değilim. Böylesi daha iyi. Hem ben onları aramıyordum ki, annemin içinde yaldızlı düğmeleri, renkli iplikleri, fistoları olan dikiş kutusunu arıyordum. Annemle aynı yerlere benzer şeyler saklamışız, sonradan fark ettim. Hayır, hayır. Tamam, itiraf ediyorum. Artık olmayacağına karar verdiğimde bir hışımla kaldırıp sokmuştum tüm bunları merdiven altındaki sedir üzerindeki tozlu kutuya. Koyar koymaz unutmuştum. Ağzı açık kutunun kenarından bir kısmı göz kırpmıştı bana o yüzden. Şu anda, tam, evet artık bu yoldan yürümeliyim dediğim anda, sayfayı başka bir sabaha çevirmişken. Olacak şey değil.
Tüm bu hatıra yığınlarını poşetleyip boş bir arazide yakmam söylenmişti. Yahut izbe bir yere bir çanta içerisinde bırakıp kaçabilirdim. Ardımda bir iz bırakmamalıydım yalnızca. Denize de dökebilirdim hepsini. Olmaz! Neden? Denizi şahit tutmamalıydım. İçim sıkılmıştı şimdi yine. En iyisi Ayşenlerde şöminede yakmaktı. Bu bencillik olmaz mıydı? Hem bunlar bir tek benim hatıram değildi ki. Öyleyse kutusunu eskiteceğini bile bile şömine altındaki gizli bölmeye sakladım onları. Bazen dizlerim üzerine eğiliyor, elimi uzatıp kutuya dokunuyordum. Eski zamanları saklamıştım işte bir kutuya, bırakmamıştım bir parçasını, yakalamış hapsetmiştim. Sayfayı ertesi sabaha çevirsem de temelini atsam da yeni ancak kusurlu evlerin o bir yerde beni bekleyecekti. Hatırası bana söz vermişti. Kendi kim bilir hangi sağır zamanı kör bileyi taşıyla yontuyor. Uyuttuğu aklına hangi yalan rüyaları gördürüyor? Kim bilir…
Sen diye diye yürüdüm her zaman olduğu gibi. İçimden geçişini izledim. Düşündüm hatıranı gitmemişsin gibi. Gitmemişsin gibi hissetmek iyi gelmiyor. Tozlu, eski bir sedir üzerinde unuttuğum kutuyu düşünüyorum epeydir. Seni nasıl da oraya kilitledim. Aklımı sen deyip dizginlerken ruhumu bir kutuya kilitleyip olanca beklentimi bir anahtarın kıvrımına nasıl da sakladım? Elime alıp uzunca bir zaman öylece kaldım. Belki de kutudan çıkmak istemediklerinden dedim. Sarının tonlarına sığınan odada, kar manzaralı pencere önünde, üzerine ay ışığı serpip kahverengi kutuda kederimi saklıyordum. Esrarlıydı. Sadece benim değil, bu kahverengi kutu bir tek benim biriktirdiklerim değil, dedim. Silik kahverengi, yüzeyi oymalı, sedefli. Her görene dokunma isteği veren, rengi atmış bir yığın anı sığınağı. Hepsi, açılacağı anı kapağa kilitlenmiş gözlerle beklemiş, o anda taş kesmiş bir sürü suret. Aradığım bunlar değildi belki de. Bunların hayatta karşılaştıklarımdan, daha da karşılaşacaklarımdan bir farkı yoktu. Hissikablelvuku değil, altıncı his değil, üçüncü göz değil, değil. Hiçbiri değildi. Ya neydi? Bir ömür bu sorunun cevabını aradım. Dokundukça içimi ısıttım. Aşağı inip bahçede salıncağa binebilir, mutfağa girip meyve aşırabilir, meydana kadar koşabilir yahut kendimi asabilirdim. Bir hatırayla sözleşmiştim. Bir yüz, bana mana olmuştu. Bir gölge önüme düşmüş yaşam yolunu bana çiziyordu. Gönlüm genişledi.
Artık ekin mevsimiydi. Saman sarısını atlatmış, kar soğuğundan geçmiştik. İşte, şimdi dallar çiçeğe kesmişti. Arnavut Ahmet amca, karısı Sevim yenge, annemle babam gün boyu ekilen tarlaları gezmeye giderlerdi. Ben bazen çay götürür bazen de uzun taşlık boyu yürürdüm. İki tarafı ağaçlarla sıralı taşlık yolu yürümek çok hoşuma giderdi. Hatıramdan ayrılıp dönüp geldiğim yerdi burası. Ebedi bir ayrılık olduğunu bilmiyor ama hissediyordum. Dönüş yolu boyunca onu görüşümün son olduğunu içerde bir yerden hissetmiştim. Geldiğim ilk günler geçip bir telefonluk zamanlar bittiğinde olmuş her şey… Geceleri bir elimde yorganım koşa koşa buraya geldiğimi söyler annem. Ellerim çizilmiş; yüzüm, kollarım yara bere içinde bulurlarmış beni. Bu ne kadar sürdü, ben nasıl düzeldim, düzeldim mi, hala bilmiyorum. O zamanları çok az hatırlıyorum. Aklımda gedikler açılmış gibi. Zihnim mayın tarlası, herhangi bir olayın üzerine yürümek yasak. İnfilak olmadım belki ama giderek ufaldım. Diyorum ya her şey eksik bu öyküye dair. Yalnız hatırası tam. Sürekli sırıtan, kahkahası alaycı, kahkahanın en tiz noktasında ağlamaya dönen, derin bir ulumayla kulakları sağır eden uyuşturucu bir zaman geçmişti. Taşlık boyu kutuyu düşünüyordum. Taşlık en iyi arkadaşım olmuştu.
Kutuyu bulduktan sonra oldu her şey. Geceleri kutu, içindekilerle birlikte karşıma dikiliyor, gülüp gülüp dolap arkasına saklanıyordu sürekli. Sonra dikerim deyip cebime attığım yerinden sökülmüş bir düğme, masaya düşen bir kirpik tanesi, bir şeyler anlatırken peçeteye çizilmiş saçma bir figür, yine aynı figürü çizen plastik bir tükenmez kalem. Gece boyu üniversite ilk yıldaki acımasız arkadaş grubuna dönüşüyor, beni aralarına almıyorlardı. Bu böyle on gün kadar sürdü. On birinci gün dayanamadım. Her ne kadar yanı başında bir ömür geçireceğime söz vermiş olsam da alıp erik boyunda uzanan derenin kenarındaki altı köklü söğüdün dibine gömmeye karar verdim. Onları taşımak için yanımda olmalarına ihtiyacım yoktu. Küçük bir keserle açtığım oyuğa temiz bir bez serdim, içine kutuyu yerleştirip etrafını bu bezle kapattım. Her yanını toprakla örttüm. Dereye doğru usulca eğildim, ellerimin çamurlu yerlerini sıvazlayıp akıttım. İyice arındığından emin olduktan sonra bir taşa oturdum. Çağıldayıp akan dereye doğru daldım uzunca. Ardımda bir kıpırtı oldu. Belki de bana öyle geliyordu. Burası herkesin bildiği bir yer değildi. Küçükken, henüz ilkokula başlamamışken bize ziyarete gelen topluca bir kadını anımsadım. Yanında elinde küçük, eski bir araba maketi olan bir oğlan çocuğu. Onunla gelmişlerdi buraya. Üst dudağı ince, güzel sırıtışlı, gözlerindeki siyahta iki tane ışık. Yıllar sonra onu gördüğümde ışıkların aynen yerinde durduğunu hipnoz olmuşçasına fark ettim. İşte, şimdi toprağın altında o yatıyordu.
- Arada bir gelip sularım, yerinde yurdunda rahat ol.
- …
İşte yine bir kıpırtı. Kafasını çevirip bu sefer iyice gözlerimle tarayarak inceledim her yeri. Bu tarafa doğru gelen biriydi bu.
- Ölen kediniz miydi?
- Anlamadım…
- Bir şey gömmüşsünüz de kedi gibi geldi.
- Hayır, hatıramdı.
- Gömüldükleri yerde kalmayıp en olmadık anda hortlamalarıyla meşhur olanlardan mıydı?
- Dahası, sakat bırakanlardan.
Adam, bir şey hatırlar gibi gülümsedi. Kimdi bu adam? Buralarda daha önce gördüğümü hatırlamıyordum. Eğildi bir avuç toprak aldı.
- Demek bir anı mezarı burası, tuhaf…
- Neden, tuhaf?
- Mezara koyduğunda ölü kabul edilmez de ondan.
- Peki ya artık ölsün istiyorsam…
- Bunu gerçekten istiyor musun? Bana daha çok bir mabet yapmak istiyormuşsun gibi geldi.
- Mabet mi?
- Yeni olsalardı bunca zaman saklamazdın öyle değil mi? Bu kadar vakte ihtiyacın da olmazdı…
- E, ee…vet.
- Gömecek olsaydın bunu daha önce yapardın. Sen bunlara tapınmak istiyorsun.
- Neden soruyorsunuz, hem siz kim oluyorsunuz?
Siyah gözlerinde iki hareli ışık, ince üst dudaklı, alaycı gülüşlü eski bir anıya dönüşmüştü adam. Anılarımı derenin suyuyla yakıyordu. Yalaza tutulmuş hatıralarımı ateşle yıkıyordu. Başım döndü, döndü. Üzerimdeki yorganı anılarımın üzerindeki yangına kapatıyordum. Ateşi söndürmeye gücüm yetmiyordu. Birden dereden avuçlarımla su taşıyıp esen rüzgarın, bu bir kasırgaydı, coşturduğu ateşi söndürmek geldi aklıma. Dereye eğildim. Gözlerimde yanan iki ışık, ince üst dudağımla elimde bir kahverengi sırıtışı suya uzatıyordum. Ben, bir anı mabedi olmuştum dere kenarında. Erik boyuna uzanan siyah gözleri ışıklı, biri yerinden sökülmüş, biri mürekkebi dökülmüş, birbirine üniversitenin ilk yıllarındaki acımasız grup gibi, aralarına almayan ince bir sırıtış gibi acımasız oluyordu fotoğraflar. Sularında çağıldayan ateşler yakıyordum artık geceleri. Beni iki ışıklı, kahverengi bir kutuya gömüyorlardı. Kahverengi, sedefli, geceleri üzerinde ateşler yanan, iki ışıklı bir hatıraydım artık.