Bir solukta okunabilecek romanlardan, Dünyadan Aşağı. Tıpkı bir yerden kayar gibi, dünyadan aşağı bir çırpıda düşercesine. Zamanı biraz durdurup, ağır ağır düşmeye cesaret ettiğimizde ise Hilmi Aydın’ın aslında bizlere anlatmak istediği çok şey olduğunu görüyoruz. Ve Hilmi Aydın’la başlayan hikâye kendi yaşam duraklarımızda bir bir mola verip her bir durakta karşımıza çıkan kişilerle yüzleşmemize olanak tanıyor. Bir ötekinden ruhsal olarak ayrılabilmenin yolu öncelikle bakım verenden ayrılmaktan geçiyor. Var olabilmek için, o varlığı gören, onaylayan ve büyümesine yardım edebilecek bir çevre gerekiyor. Öteki türlü yetişkin bedeninde hapsolan bir çocuğun yıllarca var olamayışının çığlıkları oluyor yaşam. Bunu Hilmi Aydın’ın şu ifadelerinde çok açık bir şekilde görüyoruz: ‘’…o yüzden bu lokantadan hep nefret ettim. Orası babamın çiftliğiydi, benim yuvam değil. Oranın her sandalyesinde her tabağında kilerdeki her sebzede babamın ruhu, babamın arzuları vardı. Ben orada onun istediği kadar vardım, istediği sürece ve istediği şekilde vardım, yani aslında yoktum….’’
Babasının arzularıyla var olmaya çalışan Hilmi, yaşamı boyunca kendi arzusunu bilemeyen ve nihayetinde kendi ruhsallığını inşa edip ayrılamayan, ayrılmaya dair çabası yetişkin yaşamının tümünde de devam eden bir yetişkin çocuğa dönüşüyor. Öteki yalnızca boşluğu dolduran birer nesneye dönüşüyor çoğu kez. Kendi benliğini oluşturamayan, kısacası ruhsal olarak doğamayan birinin bir başkasını arzulaması, ona bağlanması ve boşluk hissetmemesi pek de mümkün olmadığından ilerleyen sayfalarda anlatıcının şu cümlelerine tanık oluyoruz: ‘’..ancak Hilmi gibi kendine tahammül edemeyen, bunun ihtimalinin de ufukta görünmediği doğası itibariyle muhtaç insanlar için başkaları kurtuluştur. Onlar başkalarına tutunurlar, yaslanırlar hatta asılırlar. Böylece bir sarmal oluşur. Daima başkalarını suçlayarak ama onlarsız da yapamayarak kendilerini bir mecburiyet çukuruna hapsederler. Böylesi, bir tutsaklık halidir’’
Daima bir ötekiyle olma ihtiyacı hisseden ancak birliktelikten de memnun olamayan, hiçbir zaman bütün olmanın hazzını yaşayamayan kimselerin içerisinde bulunduğu tutsaklık, babasından kopamayan, yıllar sonra yaşamında yeni bir sayfa açacakken bile babasından kalan Sırlar kitabındaki tariflerden faydalanan Hilmi’nin yaşamından sesleniyor bizlere. O tariflerin içerisine kendinden küçük de olsa bir şeyler katıp babasından farklı olduğunu kanıtlamaya çalışması ise, ben olmanın mücadelesinin hiç bitmeyeceğini gösteriyor. Babasına duyduğu nefret ve ona duyduğu hayranlık, içerisinde salındığı boşluğun yansımasına dönüşüyor. Hilmi dünyadan aşağı düşerken, aynı yerden oğlu hayata tutunmaya çalışıyor. Oğlunun düşleminden bizim zihnimize akan hikâyede ise, var olmaya dair çabanın geçen zamana inat gücünü koruduğunu gösteriyor. Ve bir an durup kendi dünyamızdan aşağı düşüp düşmediğimizi kontrol ederken buluyoruz kendimizi. Kim bilir, belki de gerçekten var olduğumuzu hissetmemizin ve doğmamızın yolu dünyadan kayıp aşağıya düşme cesaretini gösterebilmemizde saklıdır.