‘’Avcılar.’’ dedi, sesi kulağıma aşina kadın; istikametini pek de önemsemeden, ona verilen görevi ihtiva edercesine donuk ve alışagelmiş ses rengiyle. Özel bir eğitimin özdeş çıktıları mıydı bu frekans aralığında emreden kadınlar acaba; telefonlar, otobüsler, trenler, metrolar, tramvaylar hep aynı halet-i ruhiye ile konuşuyordu insanoğluyla. Gerçi akşamın bu saati işinden dönenleri yoldan çıkarmak da olmazdı. En ufak bir duygu zerreciği geçse bu rasgele yolcuya, kelebek etkisi misali, kanatlanarak artacak, taşacak belki de beyninin, bağlantıyı bir türlü kuramadığı, nöronların bile uğramaz olduğu bölümünden. Cevabı olmayan soruya ömründe ilk defa vereceği bir yanıtı olacaktı. O ufacık nüans, metrobüsün içten edeceği bir iki kelime, aydınlanmaya giden patikaya asfalt döşeyecek, hızla ulaştıracaktı yolcusunu hedefe. “Ne istiyorum?” var mı bu soruya yanıtı olan acaba. Hemen cevap verme, gömleğini falan çıkart hele, eline yüzüne bir su tut, çay demle… Ne bileyim evine vardığında her ne yapıyorsan işte. Salim kafayla, kafa patlatılası bir iş bu. Sonuçta söz konusu olan hayatın! 

 

Bak aklıma ne geldi gaipten, gariptir: İlkokul 2. sınıftayken, boyuna ve enine dörder sırası olan sınıfımda, bilhassa en sağda, kapı hizasındaki sıra kümesinde, en arkanın bir önüne otururdum. Öğretmen masasının ise cam kenarında, yani sol blokta olduğunu hesaba katınca, televizyonun büyüsüne kapılıp ödevlerini neredeyse hiç yapmayan bir velet için fena taktik değilmiş kanımca. En arkanın bir önü mevzuna gelecek olursak; sanılanın aksine sınıfın göze batan bölümleri, liseye geçtiğinde burslu sınıfta okuyup da memleketin sözde eğitim harikası özel üniversitelerinden yüzde yüz burs kazanacak dört gözlülerin, yedi parmaklıların, çoğu sıradan IQ’luların işgal ettiği en ön sıralar değil; aksine, altına kaçırma potansiyellilerin, koridorda sıkıştırdığı her canlı türüne acımasız yumruğunu tattıran azılı haydutların, kantinde bulması imkansız türlü abur cuburları fahiş fiyatla satan ticaret erbaplarının yaşadığı en arka sıralardır. Uzak durulması gereken yerlerin başında geliyor bu topraklar pek tabii… Cümbüşün ortasında, Ağustos sıcağında gölge serinliği veren huzurun yaşandığı, görünmezlik iksirinin keşfedildiği kutsal bir yer varsa, orası en arkanın bir önü, yani evim güzel evimdir. Kalıbımı basarım ki gerçek eylemin eylemsizlik olduğunu söyleyen mistikler okuldan mezun olana kadar en arkanın bir önünde oturmuşlardır. Kırmızı adamı katleden kapitalizm, beni de bir gün yakalayacaktı elbet… Günlerden bir gün matematik dersinde basit bir kesir işlemi problemi için öğretmen kendine kurban arıyordu, onu tahtaya kaldırma gayretindeydi. Ben klasik taktiğimi uyguluyor, zavallıcık seçilene kadar eğilmiş, ayakkabımı defalarca, defalarca bağlıyordum. ‘’Ozan. Bırak ayakkabınla oynamayı da tahtaya gelip soruyu çöz.’’ dedi donuk, eğitilmiş ses tonuyla öğretmen. Hay aksi şeytan be! Kendim olmaya, istediğimi yapmaya bir saniye izin yok değil mi!?! Sahi ben ne istiyordum ya…

 

* * 

 

Sinyalizasyonu bozuk, aklı bir karış havada metrobüsün Avcılar zannettiği Uzunçayır’da indim, metro istikametine doğru yürümeye başladım. İstanbul’u sel götürüyordu adeta. İnsan üstüne insan, lisan üstüne lisan. Gözlerinin içine baktım yanımdan geçen yirmili yaşlarındaki beyaz teni, yemyeşil gözleri, omuz hizasında küt kesim siyah saçlarıyla ahenk içinde bir hülya yaratan kıza. Kadın ne güzel şeydi, tam da alışıyorken, başlıyorken uyuşmaya. Oralı bile olmadı, bastı geçti yanımdan. Onu takiben hemen önümde yürüyen, efeminen tavırlı genç bir çocuk çarptı gözüme. Derken ilk görüşte arkadaşları sandığım, kaba sakallı iki adamdan sağ tarafta olanı el etti bu çocukcağıza. Saniyenin onda birlik zaman diliminde tüm enerjisi değişti, göz kapakları büyüdü, kollarını moda gereği sıyırdığı yağmurluğunun atından diken diken olan belli belirsiz tüyleri dikkatleri çekti yavrucağın. Büsbütün gerilmiş, sürünün ağırbaşlı 2 kurduna yakalanmış ceylan gibi ürkmüştü zavallı. Diğer adam cebinden, “Bunu bir yerde görmüştüm.” etkisi yaratacak batılı bir tavırla polis kimliğini bir anlığına gösterdi ve cebine geri soktu. 3 adımlık mesafeden, Türk kokan Hollywood filmi izliyordum, bir yandan da onlara doğru yürüyordum. İstemsiz gözüm takıldı bu av sahnesine. Çantamdan ceketimi çıkarmış, önümde yaşanan olayın heyecanıyla namussuzu giyemeden, elimde taşıya taşıya yürüdüm. Takvim Mart’ı gösterse de hava Mayıs üflüyordu. Tipik İstanbul… 

 

Yine o huy cereyan etti bende. Kimlik çıkartan polisin gözlerinin içine baktım. Ceylanın yaşadığı süreçleri yaşamaya fırsat dahi bulamadan üçünün arasında buldum kendimi. Kurdun yanından butlarını açarak geçemezsin… Sivildi bunlar. Sen ben gibi giyinip aramıza karışırlar. Kimi simitçidir kimi süt mısır. Akbille seyahat edenine ilk kez rastlamıştım o ayrı. Üniforması olmadığında polisi sıradan insan olarak gözlemek, düşünmek daha kolay oluyor. Kırılgan olduğu, polislere ürkekçe gülümseyişinden aşikâr çocuğun üstü başı aranırken, benim de bu ülkeye ait bir mal olduğumu gösteren kimlik numaram sorgulanıyordu. Düşünmek için epey vaktim oldu yani. Zaten kâinatta ışık hızını alt edebilen tek kuvvet de düşünce gücüydü. Bu iki adamdan biri üst baş arama konusunda uzmanken, diğeri korkunç bakışlar atma ve kimlik sorgulama dalında ihtisas yapmıştı belli ki. Merak ediyorum; bu görevi alacağı, genlerini taşıdığı büyük büyük büyük dedesi tarafından bilinse… Hiçliğin ortasında göz korkutucu ve kimlik sorgulayıcı; üst başa temas etmek suretiyle kesici alet taşıyıp taşımadığını anlayıcı ve sırt çantası yoklayıcı… Ne kadar mutsuzdu insanoğlu. Gerçek yalnızlığın kendinsizlik olduğunu kavrayama diye göz boyayan sahte kimlikler üretir insan; sorgula ki bulasın. Merak ediyorum; hiç nefesini dinlemiş midir bu adamlar. Akşam güneşinin vurduğu kumsalda ufku besleyen denize bakmışlar mıdır ucu bucağı görünmeyen? Avlarından herhangi birinin gözlerinin içine bakmış mıdır insanlığın son sığınağı olan? Sen ben gibiler işte. Bir ceket, kot pantolon, batılı suni bir tavır, doğulu bozuk bir aksan; ha sen, ha ben. Ürkütücü olan da bu değil mi zaten? Sahi ne istiyorum ben? 

 

Ölümden korktuğu kadar hiçbir şeyden kaçamaz insan. Hayatta kalmak uğruna kendini bile öldürür gün be gün, yavaş ve acılı. Ancak bu varlık, yaratanın mucizesidir, toplar kendini şöyle böyle. Geriye kalır yaranın kabukları. Öyle sert kabuklar ki insan polis bile olmayı seçebilir günün birinde. Seni bizzat yaralayanı korumak için gönüllü olur, meslek edinir. En şansızlarına üniforma bile vermiyorlar işin komiği, onlar hep sivil.

 

Narin tavırlar marjinal dış görünüşle birleşince, akşamın eğlencesi olacağını varsaydıkları çocuğun, üstünden çıkması muhtemel uyuşturan maddeler çıkmayınca, salıverdiler ceylanı. Seke seke kaçtı garibim travmasını da alıp. Sıra bana gelmişti. Bâtında tasarladığımı zahire çıkartırcasına sordu kimlik uzmanı: ‘’Okuyor musun, öğrenci misin?’’. Kafası mı karışıktı, yoksa onun da sinyalizasyonunda bir sorun mu vardı acaba? Meğerse çözmüştü sistemi değil mi? Öğrenciyken ‘okunmayacağını’ keşfetmiş bir alimdi o. Yok canım daha neler… 

 

Yana kayıp, kendimi elletme safhasının başlamasına olur verdiğimde, sırt çantası teftiş uzmanı işini yapmaya başladı. Burada yine kendimi tutamadım ve insan çölünün ortasında bir seraba teslim ettim kendimi. Acaba ne olurdu, bir anlık cinnetle üstümü arayan polisin gırtlağına yapışsam, tek hamlede soluk borusunu bulsam ki fazla güç sarf etmeden nefes alamayacağı ve hayatı için yalvaracağı bir konuma getirsem; hep içimde saklı, uzak doğu dövüş bilgisini fışkırtsam dışıma. Birini hallettikten sonra kırmızı hapı yutmuş Neo misali havada asılı kalıp yıkıcı bir tekmeyle diğer elemanı yerle bir etsem. Olay yerinde oluşan kargaşadan faydalanıp ilk gelen metrobüse atlayıp da kaçsam beni bekleyen uçakla, sonraları Interpol tarafından aranacağım lakin hiç bulunamayacağım tropik bir ülkeye göçsem; beyin göçü yani… Ne yahu; Eddie Murphy’mtrak hareketlerle polis kimliği gösterip üstümde her türlü hakka sahip olduğunu iddia eden bu polisin, Uzunçayır durağını, California’da sıradan bir film setine dönüştürebilme gücü varsa, bırakın ben de düşlerimde bulayım bu gücü.

 

 Baştan hayal kırıklığı olacağını tahmin etmiş olsalar gerek ki benle fazla oyalanmadan salıverdiler. Ancak tam gidecekken dikkatimi çeken bir olay cereyan etti. Üstümü arayan polis sol baş ve işaret parmağı ile göğüs kafesime, tam kalbime denk gelen bölgeye, fazla güç harcamadan bastırdı. Yol boyu bu hareketi düşündüm. Hatta en sevdiğim alışkanlıklarımdan olan, galaksi kümelerinden, karanlık enerjiden, Samanyolu’na en yakın galaksi olan ve birkaç milyar yıl içinde valsi andıran senkronize bir dans gösterisi eşliğinde çarpışıp birleşeceğimiz Andromeda’dan bahseden kitabımı dahi okuyamadım. Neydi bu hareket? Bir tür mikro çip mi yerleştirmişti üstüme. Nereye gitsem takip edileceğim bu durumda hızlıca salıverilmem de normaldi. Komplolarımın dış dünyada çok da ilgi çekmeyeceğini düşünüp, çaktırmadan elimi tişörtümün içine atıverdim, ele gelen bir şey var mı diye yokladım; alışagelmişin dışında bir şey yoktu. 

 

Metroda tutunamayanlar olarak, raylardan çıkan melodi eşliğinde dev bir müzikal canlandıran tüm vagon arkadaşlarımla seyahat ederken aklım yine çekildi bambaşka bir yöne. Neden bu kadar kalabalığız? Durmadan ürüyoruz, durmadan ölüyoruz. Hayvanları düşündüm sonra. İnekler örneğin; ruhlarına kadar sömürüyor, ne kadar istersek o kadar yaşatıyoruz onları. Farkında bile olmadıkları putlarıyız aslında, gelişmiş teknolojilere sahip uzaylılarıyız; başka boyutun tanrıları. Çoğalırken hiçbir seçme hakkı olmuyor çoğunun. Ya aynısı insanlık için de geçerliyse? Güdülerimizi, hislerimizi, arzularımızı, korkularımızı, gıdıklanmalarımızı, tıka basa doymalarımızı, doyumsuzluklarımızı, oyun bozanlıklarımızı, taktirlerimizi, taktiklerimizi, taklitlerimizi, göz yaşlarımızı, sezaryenlerimizi, uçuşlarımızı, sürünmelerimizi, zenginliklerimizi, gözlerimizi, kulaklarımızı, memelerimizi kontrol eden, en derunumuza sızan varlıklar varsa ve yaşamak için bizim etimize, sütümüze ihtiyaç duyuyorlarsa? Ne kadar insan o kadar süt… ‘’Bostancı’’ dedi bile öğretmenim.

 

 

Başım önde evin yolunu tutmuş yürüyordum, bir çift önümü kesip de kadın olanı yol sorana dek. ‘’Bostancı Gösteri Merkezi buradan yürüyerek yakın mı?” Sorarken gözlerimin içine bakmıyordu. Belli ki dinlemeyecekti cevabı. Bu bir diyalog olsa mutlaka sorusunu sorarken bir yandan da bana vereceği cevabı da hazırlayacağından ‘’ee’, ’’öö’’ gibi kem kümlere başvuracaktı, emindim. ‘’Dümdüz ilerleyin, halı sahayı geçince sağa dönüp yol boyunca devam edin. 15 dakika kadar yürümeniz gerekecek ne yazık ki.’’ dedim. Aradan çok geçmemişti ki görece yaşlı bir çift yaklaştı yanıma ve aynı soruyu yöneltti. Cevap olarak öndeki ikiliyi takip etmeleri gerektiğini söyledim. Hepimiz aynı yere gidiyoruz… Belli ki bir konser vardı bu akşam. Onlar önde ben arkada, yürümeye devam ettik. Halı sahaya 6-7 dakika varken yolun kesiştiği ilk sağa saptı öndeki çift, ardından diğer ikili… Ve kaşla göz arasında kayboldular. İşte dedim, hayatın kısa bir özeti.

 

Eve ulaştığımda mikro çip geldi yine aklıma. Stres hormonu midede gaz yapar ki o da karın şişliğine sebebiyet verir. Arkası iştahsızlık ve yemekten kesilme. Korkulu bekleyişim sürerken bir koca tabak mantıyı mideye indiriverdim. Televizyon karşısında ayıldığımda saat 3’ü bulmuş, Beşiktaş’ın geçen hafta kaybettiği iki puan belki yirminci kez masaya yatırılmaktaydı. Küçükken güvende hissetmek için yorganın tamamen altına giren ruhum, aynı saflıkla, bu sefer koridorun ışığını açık bırakmıştı, ufak bir önlem olarak mikro çip ile coğrafi konumumu tespit edebilen öcülere karşı. Gece yarısı üç iyi bir saatti idrak etmek için: Yalnızlığımın esiriydi bu görünmez, mikro çip. En masum zamanımda, kurtlar tarafından avlanmıştı ruhum, daha etin tadına bakamamış, anne sütüyle beslenirken. Sahi ben ne istiyordum?

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: