Bir Şubat sabahıydı. Kocasını ve çocuklarını köyün karlı tarlalarına yolcu edip masaya oturdu. Masaya tek bendende iki hüzün oturdu bu sabah. İki hüzün, mutluluğu bir bardak sıcak çayda, yarım dilim yavan ekmekte aradı. Bulmak lazım değildi. Zaten olunması, bulunması karın doyurmazdı neticede sucuklu yumurta da insanın karnını doyururdu. Mutluluğun bazı iri ve nasırlı ellerde bazı çatlak dudaklarda bazı da hilal kaşlarda yeşermişliği vardı. Görüldüğü kadarıyla zamanı ve mekânı belirsizdi. Birbirine özdeş insanlarda değişkenlik gösteren, sağı solu belli olmaz bir haldi bu.
Parmak uçları ince belliye değdiğinde ısındı. Kapı, pencere açıktı. Ciğerleri sabah soğuğunu özlemişti. Böyle sabahlar çocukluğuna döner, zihninin odalarında dolaşır, sobanın üstünde çıtırdayan ekmeklerin sesini duyardı, ekmeklerin kokusu burnunun direğini sızlatırdı ama ağlamazdı, ağlayacak kadar olurdu hatta ağlamış kadar olurdu ama ağlamazdı.
“Sofra bezine dağılmış zeytin çekirdekleri, çayımdaki balıklar bir kenara dursun” derdi. İçinden naftalin kokulu çarşaflarda fazladan bir saat uzanmayı dilerdi, sabahı içine çekmeyi isterdi fakat ne zaman böyle kaçamaklar düşlese o buruk kız kendini hatırlatır, eline bir meşgale tutuştururdu. Bu bazı zamanlarda evin tülleri bazı zamanlarda da tezgâhtaki kalabalık olurdu. Doğan güneş kadıncağızın iki yakasını bir araya getirmez, yüküne yük eklerdi. İçindeki kadının adı yoktu. Belki de coğrafya kaderdi. Hâlbuki sınırlara dokunmadan bile yer yer parçalanırdı memleket çünkü insan kendi içinde ikiye ayrılır, üçe bölünür, dörtle çarpılırdı.
Hani neredeydi uçan kuşlar, gülen çocuklar nereye saklanmıştı? Sanrıları ömrünün zifirinde sıkışmış, ruhu sakallanmıştı. Kaçsaydı, babasının ve abisinin gözlerini unutana kadar uzağa… Gitseydi, amcasının boynuna saldığı nefsi nefretle döve döve… Kocasının merhametsiz sesini duvarlara gömüp uzaklaşsaydı birbirine paralel ve birbiriyle kesişen inlemelerinden.
Kaçsam demekle kaçılmıyor, gitsem demekle gidilmiyordu. Kolay mıydı? Doğruda ve yanlışta olduğu gibi hiçbir şey mutlak kolay ve mutlak zor olarak ayrılmazdı, biliyordu. Bir başına kaçmak, kadın başına gitmek ne büyük eylemdi! Özgürlüğün düşü sanki gözlerine hercai bir çiçek konduruyordu. Kaşları çatıktı ama dudakları dans ediyordu. İğne atsa yere düşmez bu insan kalabalığında hayıflanmayacağı oda ve derin nefes alacağı bir pencere istiyordu, o kadar. Peki, oğulları, onlar ne olacaktı? Uykusunda bile özlerken nasıl dayanacaktı hasretin en büyüğüne?
Velhasıl gidemedi. O durdukça yer gök morardı. O durdukça saçları seyreldi. Hercai çiçekler bir ölüp bir dirildi.
Sonra bir gün küçük oğlunun atlasına ilişti gözü, bir aynaya baktı bir de karlı dağlarla çevrelenmiş memleketine… Artık kendi içinde parçalanacak, ikiye ayrılacak, üçe bölünecek, dörtle çarpılacak bir şey kalmamıştı ortada.
Sessizce veda etti dünyaya.
*Eskiyi kültürleştirip özlem duyuyoruz, belki yirmi sene sonra sobalarımızı müzelerde sergileyeceğiz. Eskiden de böyle yapardık, belki Havva Ana da böyle yapardı… Dillere, dinlere bölüşmeden evvel kolumuz henüz kırılmamıştı. Dillere, dinlere, daktilolara ve dantellere bölündükten sonra kolumuz kırıldı yen içinde kaldı.