*Dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,

Buraya böyle gelmiş olmanın,

Geçene yol açmanın ki içinden rüzgâr geçirmenin

Ne büyük güç istediğini anladım.

Durmanın ne büyük sabır…

 

            Sıradan bir nisan gününü diğerlerinden ayıran neydi? Yolculuk nereyeydi? Kimlerle gidiyoruz bu tozlu yollarda? Bu keşmekeş arabada, Amik Ovası’nın bereketli ve tozlu topraklarından köyüme doğru gidiyoruz. Dünyaya gözlerimi açtığım ama otuz yıllık hayatımda bir daha ayak basmadığım köyümün topraklarına. Kavunun, narın, incirin ve Kelamullah’ta adı geçen nice meyvenin yetiştiği köyüme gidiyorduk. Hiç tanımadığım babamın tabutu cenaze arabasının içinde en önde, akrabaların ve benim de içinde olduğum birkaç araba arkadaydık.

            Gözyaşım bir su damlası gibi yanaklarımdan aşağı süzülürken gözlerimin önünü göremiyordum. Yanımda uzaktan bir akrabanın hanımı sarılıyor, kendince teselli etmeye çalışıyordu beni. Ama benim yıllardır soğuk duvarların arkasında sakladığım yüreğimi ısıtmaya gözyaşlarım yetmiyordu. Acı değildi bu. Yokluktu en fazla. Belki de yoksunluk. Bir babanın evladına verdiği merhametin, sevginin, anlayışın, bir dokunuşun, yeri geldiğinde paylamanın, bir ekmeği bölüşmenin, bir çatı altında aile olamamanın, sıcak bir kase çorba için aynı sofrayı paylaşamamanın, ilk adımlarını onunla birlikte atamamanın, çıkış saatlerinde okul bahçesinde bekleyememenin, elinden bir hediye alamamanın, şakalara birlikte tebessüm edememenin, okul karnelerini gösterememenin, hayat yolculundaki yenilgilerini veya zaferlerini paylaşamamanın, omzuna başına yaslayamamanın, harçlık alamamanın, bayram sabahları sarılamamanın yalnız kalmaktan çok korktuğunu söyleyememenin, güçlü olmak zorunda olduğunu bildiğini ama yine de bir çınarın gölgesinde nefeslenmek istediğini söyleyememenin yoksunluğu…

            Görev icabı şehir dışında bulunuyordum. Haberi aldığım gibi memlekete gelmiştim. Babam dün, çoklu organ yetmezliğine bağlı kalp krizinden ölmüştü. Onu ölüme götüren yıllardır varlığından şüphe duyduğum yüreğiydi. Yirmi saatlik yolcuğa nazaran şehir ile mezarlık arasındaki on beş kilometrelik yol yormuştu. Kalbimi oracıkta bırakmaya babam ile birlikte mezara girmeye razıydım. Bu yol her santiminde, her metresinde, her durağında ömrümün eksik yanlarını, yoksunluklarımı, acılarımı, yaşamadığım hayallerimi, her birine minnet duyduğum acılarımı, çocukluğumdan yetişkinliğime kadar olan bütün hayatımı yüzüme yüzüme vuruyordu. Başkalarının yanında sakladığım ama ani gelen ölüm yolculuğu karşısında içimden taşan, yutkunamadığım, kalbimin üzerinde ağır bir hayvan gibi oturan gözyaşlarım istemsizce akıyordu. Herkesin sevdiği, bağrına bastığı babam asla sevemediği evladı tarafından uğurlanıyordu son yolculuğuna…

Kaç yıl olmuştu babamı görmeyeli. Onsuz geçen her günü her bir saat ile çarpsam kimsesizliğim bir asra bedel olur muydu? Kader ikimizi de dünyanın iki ucundaki zıt kutuplar gibi yapmış, fiziki özelliklerimiz de dâhil olmak üzere hiçbir ortak paydada buluşamamıştık. Babam sarı saçlı mavi gözlü bir adamdı. Gençlik günlerinden kalma vesikalık fotoğrafı ünlü bir film artistine benzemekteydi. Babamın mavi gözlerine karşılık gözlerim gece gibi karanlıktır. Sarı saçlarına karşılık annemden aldığım siyah saçlarım, kızdığım zaman kendinden çatan kalın kaşlarım da onunkilere benzemez. Bir arada çok az bulunduğumuz o zamanlarda istemsizce kendimle babamı kıyaslar, zihnimin karanlık köşelerinde ortak noktalar bulmak için çeşitli bahaneler arar dururdum. Ama nafile, ben bu babanın kızı değildim. Köklü bir çınar ağacının güçlü köklerinden filizlenen bir dal olmayı çok istememe rağmen toprakta kendiliğinden bitiveren eğreltiotu gibiydim. Köklerim yoktu benim. Köksüzlüğüme inat hayata tüm gücüyle tırnaklarını geçiren inadım vardı. Dünyaya gelmeme vesile olmasına karşılık kendisi bile evlat olarak bilmezdi beni. Kardeşlerinin çocuklarını bile benden daha çok severdi. Kendisiyle on beş yaşında ortanca amcam vesilesiyle tanışmıştık. Doğumhanede, anne kucağında ya da hastane odalarındaki sıradan tanışmalara karşılık; babam elliye merdiven dayamışken bendeniz de hayattan elini ayağını çekmiş kitaplara sığınmış içe kapanık bir ergen iken olmuştu ilk karşılaşmamız. Geçen on beş yıl içerisinde de baba kız olamamıştık. Acıyı yaşamıştık. Ama ciğerimizi delip geçen acıyı paylaşamamıştık. Aynı sofrada mecburiyetten oturmuşluğumuz olmuştur lakin isteyerek bir ekmeği pay ettiğimiz olmamıştır. Kaç kelime sohbet ettiğimizi bile hatırlayamıyorum. Genelde o konuşur ben de dinlerdim. Hep geçmişten dem vururdu. Geçmişteki anıları yaşadığımız andan daha canlıydı. Var ile yok arasındaki çizgide adeta bir cambaz gibi büyük bir titizlikle yürürdü. Otuzlarındaki genç delikanlıda kalmıştı aklı ve yüreği. Doksanlı yıllardan iki binli yıllara ayak basamamıştı.

Elli dokuz yıllık ömrünü bitirmiş ebedi yolculuğuna uğurlanmak üzere garip bir âdemoğlu olarak köy camisinin musalla taşında beklemekteydi. Önde imam, arkada eş dost ve akrabalardan oluşan kalabalıkla on dakikayı bulmayan bir cenaze namazı kılındı. Kadınlar cami bahçesinin bitişiğinde beklemekteydiler. Herkes kendi âlemindeydi. Kimi birbiriyle sohbet ediyor, kimi rahmetliye methiyeler diziyor, kimisi de benim gibi öylece dakikaların geçmesini bekliyordu. Güneşli bir nisan gününe karşılık tuhaf bir üşüme hissettim. Babamı kaybetmenin verdiği yalnızlıkla alakası olmayan bir üşüme değildi bahsettiğim. Sanki kalbim atmıyor kanım vücudumda dolaşmıyordu. Belki de musalla taşının soğukluğuydu yüzüme vuran kim bilebilir?

Cami ile mezarlık arası mesafe oldukça kısaydı. Yeşil örtüsüyle bir tabut omuzlar üzerinde son yolculuğunu yapmaktaydı. Kendisinden sekiz ay öncesinde vefat eden dedemin mezarının hemen yanına defnedilecekti. Bir gün öncesinden mezar yeri kazılmış hazır edilmişti. İyisiyle kötüsüyle koca bir ömür iki metre toprağa gömülecekti. Babam bir yetmiş boylarında ufak tefek bir adamdı. Elbette iki metrelik mezar ona fazlasıyla yeterdi. Peki, elli dokuz yıllık yaşantısını yıllardır anlata anlata bitiremediği anılarını, gurbette geçirdiği yıllarını, sıcak bir yuva bulamayan gariban kalbini, başkalarının yanında bir sığıntı gibi hisseden ruhunu, bir türlü alkolden vazgeçemeyişini, en son kime dokunduğunu bilmediğim ellerini, baktığında gökyüzünü anımsatan mavi gözlerini sığdırabilecek miydik toprağa? Tabutun yeşil örtüsü alındı üzerinden. Sonra tahta kapak açıldı. Bu seremoni bir ölüyü defnetmekten ziyade sanki yeniden diriltmeye yönelikti…

Uzun süredir de hastane odasında tek başına yaşamıştı. Uzun süreli sigara ve alkol bağımlılığı ellili yaşlarını hastane köşelerinde geçirmesine sebep olmuştu. Sıcak bir yuvası olmayan babam hemşireleri ve hasta bakıcıları evin hanımına, hastaları da evdeki çocuklara tercih etmişti. Evde ağız tadıyla içilecek bir kâse sıcak çorbaya karşılık ise çeşitli ilaçların ilave edildiği serumu, lavanta kokulu yer döşeklerine karşılık da soğuk odalardaki beyaz çarşaflı yatakları severdi.

Son iki yıldır babamı görmüyordum. Zaten hayatım boyunca toplasam on kere görmüşlüğüm yoktu.   Onunla son bir vedalaşmamı isteyen amcam imamdan ricacı olmuştu. Son bir veda için ölü bedenini toprağa vermeden önce kefenini açmışlar, babamı bana göstermişlerdi. Otuzlu yaşlarında, anne olmama rağmen (Çocuğumun gözünde anne olmak süper kahramanlıkla eşdeğerdi. Anneler asla hiçbir şeyden korkmazlardı) bir ceset görmek beni korkutmuştu. Son kez yıkanmıştı. Kahveye çalan beyazlarla karışık sarı saçları alnına dökülüyordu. Gökyüzünü andıran mavi gözleri kapalıydı. Uzun kirpiklerinden gözükmüyorlardı. Çene kemiğini tutması için başından çenesinin altına kadar beyaz bir bez ile bağlamışlardı. Göğsüne kadar açılan kefeninden yorgun kalbinin morarmaya başlayan damarlarını görebiliyordum. Ona ilk ve son kez baktım. Çünkü hayatta iken mecbur kalmadıkça aynı ortamda bulunmamaya dikkat eder,  aynı ortamda bulunduğumuz zamanlarda ise göz göze gelmemeye çalışırdık. Rahmetlinin bir defa ‘Kızım’ diye çağırdığını hatırlayamıyorum. Benim de ona ‘Baba’ demişliğim olmadığı gibi.

Toprağa vermeden hemen önce otuz yılın sonunda ilk defa bir babam olduğunu o zaman fark ettim. İçimde bir yerlerde saklı tuttuğum duygularıma engel olamıyordum. Bir ölü ile birlikte baba ile kızı arasında kalpten kalbe giden o yol da sonsuza dek kapanıyordu. Sahip olamadığım babamı hayatımda ilk kez cenazesinde sahipleniyor, onu ebedi uykusuna uğurluyordum. Hakkımı helal ettim. Çünkü bu dünyada katlanamadığım varlığına, zaman mevhumunun olmadığı bir dünyada da katlanamayacağımı biliyorum. Ben yalnız büyüdüğüm, mücadelemi yalnız verdiğim hayattan göçüp gittiğimde de Sırat Köprüsü’nden elbette ki yalnız geçeceğim. Onun o köprünün başında helalleşmek için bile bekliyor olması fikri beni korkutuyor.

Babam mezarının üzerine atılan bir avuç toprak ile bu dünyadaki yolculuğunu bitirmiş oldu. Bendeniz kendiliğinden yetişen köksüz bir eğrelti otu gibi otuz yaşımda da yalnız ve yetim kaldım!

Abonelik
Bildir
guest
6 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Ayşen Altay

Çok etkilenerek okudum.

Ömer asaf

Müthiş

Miyase

Çok yürek burkucu bir hikaye…..ama ben bu hikayenin arkasındaki kadının bir eğrelti otu değil çok güçlü, mücadeleci ve yüreği sevgi dolu olduğuna eminim….Kaleminize, yüreğinize sağlık. Sıradaki yazınızı merakla bekliyor olacağım.

Murat Karaküçük

Ne kadar içten yazılmış bir yazı. Duygusu insanı içine alıyor. Tebrik ederim.

ELİFE Zerrin BİLİCİ

Kalemine sağlık. Sonraki güzel yazıların habercisi bir anı öykü.

Şule Yılmaz

Birçok insanın duygularına tercüman olacak bi hikaye , soluksuz okudum 👏

%d blogcu bunu beğendi: