“Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin / Ne güzel biçmişti gök ekinini / Düşman müşman girmeden araya” der Cemal Süreya. Bu şiirde Yunus’un has Türkçeciliğine ve insancıllığına vurgu vardır. Ben de bir edebiyat öğretmeni olarak, derste Yunus deyince, ilkin onun bu yönlerine, evrensel bir boyut kazanmış felsefesine ve özellikle bugün bile hâlâ okunup anlaşılmasını sağlayan saf Türkçeci tarafına değinirim. “Dosta varmak dilersen ol dikene bas da var.” Şu mısranın hem öz hem de anlatım bakımdan yüzyılları aşan bir gücü var. Sanırım artık bunu duyumsamak için ortalama okur tipinin epey üstünde bir yeterliliği olmalı insanın. Günün gençleri, bundan hareketle Yunus’u ne kadar özümseyip sevmektedir, bu ayrı bir tartışma konusu. Fakat kabahat asla onların değil!
Biz asıl meselemize gelelim. Sağ ve sol eğilimli ideolojilerin Yunus’u paylaşamıyor oluşlarının dayanılmaz ağırlığına! Malum, Yunus Emre çok büyük bir şair, onu belirli bir alana çekmenin sosyo-kültürel ve hatta siyasal bakımdan getirileri olacaktır. Şairin sanatçı ve dindar kimliğinin bu iki eksenin savunucuları tarafından problem hâline getirilmesini, iki ayrı dünya görüşüne sahip sanatçının, Sezai Karakoç ve Sabahattin Eyüboğlu’nun yaklaşımları üzerinden ele alacağız. İkisinin de incelediğimiz monografileri “Yunus Emre” adını taşıyor.
Yunus’u siyasî-dinî bir kanada sığdırmaya çalışırken bir değil, birden çok gerçeği göz ardı etmemek gerekir. Tarihî kişiliği hakkında menkıbeler ve birkaç yazılı belge dışında bilgi bulunmamaktadır Yunus’un, ki bunlar da kesinlik taşımaz. Hakkında söylenenler efsaneye dönüşmüştür artık. Derlenmiş şiirlerden çoğunun ona ait olup olmadığını, değişip değişmediğini kesinleştiremiyoruz. Belirtelim, Yunus’un Divan’ı sözlü kaynaklara dayanılarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla güvenilirliği tam değildir. Yunus’tan sonra ortaya çıkan başkaca şair “Yunus”ları ve öteki isim benzerliklerini de dahil ettiğimizde işin içinden çıkmak büsbütün güçleşiyor. Tutarsız rivayetleri onun hakkında vereceğimiz hükümlere dayanak göstermek ciddi bir bilimsel hata olur. Yalnız şiirlere odaklanmak ise, farklı “Yunus”ların da olabileceği ihtimali yüzünden bizi ikinci hataya düşürür.
Tahsili, dervişliği, hangi tarikatten olduğu, kimlerle irtibat kurduğu, ailesi, soyu, mezarının nerede bulunduğu hep bir tartışma götürmüştür Yunus’un. Yazılı belgeler bile bazen kendi aralarında zıtlık içerir. Onun hayatıyla ilgili farklı görüşlerde bulunmak bizce bir noktaya kadar hoş görülebilir. Onun ümmi mi yoksa tahsilli mi olduğu, mezarının Karaman’da mı Eskişehir’de mi olduğu tartışmaları sevimlidir, zararsızdır. Ancak yaşamı birtakım çıkarımlar üzerinden inşa edilmiş tarihsel bir şahsiyete ideolojik bir gömlek giydirmeye çalışmak, ciddi biçimde eleştirilmeyi de göze almak anlamına gelir. Karakoç ve Eyüboğlu, Yunus’u -birçok ortak saptamaya karşın- ölüm ve ötesi, Sünnilik ve Bektaşilik, millîlik ve hümanizm, bireycilik ve toplumculuk vb. konularda ayrı açı ve üslupla irdelerler. Bu farklılıklar ayrıntılı olarak başka bir çalışmanın özünü oluşturabilir. Biz asıl konumuz olan, Yunus Emre’nin her iki sanatçı tarafından nasıl biçimde anlaşılmaya ve tanıtılmaya çalışıldığı üzerinde duralım. Bakalım ikisi de Yunus Emre’yi bir zümrenin içine çekmeye mi çalışıyor, yoksa bilimsel bir tutumla mı meseleyi tartışıyorlar? Hangisi subjektif yorumlarla – varsayalım tek bir Yunus yaşamış olsa bile- düşünce ve ruh zengini Yunus’u ideoloji uğruna tek tipleştiriyor, hangisi bir yandan Yunus’un dindarlığını, Müslümanlığını vurgularken diğer yandan Ehl-i Sünnet içerikli şiirlerini okuyucudan saklıyor?
Karakoç, Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş ve halifelerinin bir “tarih kritiği” yapıp “ne sadık müminler olduklarını ortaya koy…”duktan sonra, “hiçbir dar ekolün adamı değildir” dediği Yunus’un Bektaşilikle hiçbir ilgisinin olmadığını kanıtlamaya girişir. Bunun için ilkin onun mürşidi addedilen Taptuk Emre ile ilişkisini sorgular. Ona göre Yunus’a ait sandığımız, “Halka Taptuk mânisin / Saçdık elhamdülillâh” mısralarının kimilerince “Baba Taptuk mânisin…” şekline sokulması belgesiz bir iddiadır. Böylece Taptuk’un Şiî-Bâtınî inançta bir mertebe olan “Baba” unvanı taşımaması Bektaşilik zincirini koparır, dolayısıyla Yunus’un da Bektaşi bir babanın dervişi olmadığı anlaşılmış olur. İyi de, mısralardan hangisinin kesinlik taşıdığından emin miyiz? Dahası Karakoç’un bizzat kendisi, kitabına Yunus’a ait olmadığı düşünülen şiirlerden eklemiştir. Yazar, tezini Yunus’un üslubunun yaraşırlığı üzerinden kanıtlamaya çabalıyor ama bu defa kendisinin belgesiz iddiası genel bir kabule ulaşmamızı engelliyor.
E L E Ş T İ R İ – S A Y F A 2
19
Eyüboğlu’na göreyse Taptuk’un, bırakalım “baba”lığının sorgulanmasını, tekkesinde şarap bile içilmektedir: “Yunus esrüyüben [sarhoş olup] düştü sokakta / Çağırır Taptuğunu ar gerekmez” mısraları buna kanıt mıdır, çokça tartışılır. Tasavvuf edebiyatında “şarab”ın ilahi aşka erişme yolunda kişiyi kendinden geçiren sembolik bir araç olduğunu ayrıca biliyoruz. Devam eder Eyüboğlu, kanaatince Yunus laik bir tutum sergilemekte, din karşısında “şaşılacak” şeyler söylemektedir: “Bana namaz kılmaz diyen / Ben kılarım namazımı / Kılarısam kılmazısam / Ol Hak bilir niyazımı” Tuhaftır, Yunus’u bir başka türlü göstermek isteyenler ise Yunus’un şu mısralarıyla meydana inerler: “Sana direm iy veli tur irte namazına / Eğer değülsen öli tur irte namazına” Acaba Yunus gibi devrin yüksek şahsiyeti hem mıhına hem nalına vurarak mı fethetti gönülleri? Bizce bu tutarsızlığı, ancak farklı Yunus’ların tek bir ruhta birleşmiş kişiliğiyle açıklamak mümkündür. Bu tespiti doğrulayacak gerçekse, Yaşar Kemal’in deyişiyle bin bir çiçekli bir kültür bahçesi dünyamızın, çok kültürlü merkezlerinden biri olan Anadolu’daki karmaşık sosyolojik yapıdır. Üstte söylediğimiz gibi, birbiriyle çelişen bu şiirleri tek bir Yunus söylemişse, bu da yine bu yapıyla bağlantılıdır.
Karakoç’a göre “babalık, dedelik” gibi sözcüklerin taşıdığı anlamlar doğrultusunda Yunus’u Bâtınî geleneğe yerleştirmek isteyenlerin gayretleri “zavallı sapkınlık”tır. Yazar, bu kimseleri değişik çağları birbirine karıştıranlar için kullanılan “anakronik” olmakla eleştirir. Tartışmayı daha ileriye taşıyan Karakoç, aynı çağda yaşamadıklarını düşündüğü Yunus’la Hacı Bektaş’ın cismani ilişkisini sorgular. Ancak bunu yine somut gerekçeler sunarak değil, masalları kendi felsefesine göre yorumlayarak, yani kişisel çıkarımlarda bulunarak yapar. Açıkça, Yunus’un Velayetname’de söylendiği gibi Hacı Bektaş’la görüşmediğini, “Yunus’un Hacı Bektaş erenlerinden istiklal ve şahsiyetini koruduğu[nu], onlardan ancak bilgi toparlağı aldığını…” ileri sürer. Divan’da, Hacı Bektaş-ı Veli’nin adının geçmiyor oluşunu da yine Yunus’a Bâtınîlik isnat edilemeyeceği şeklindeki görüşünü desteklemek için kullanır. Ne var ki, bu düşünceye karşı savlar da üretilmiş, kimilerince “Binüp cansız duvarları yürüten / Hacı Bektaş derler veliyi gördüm” mısraları Yunus’a atfedilmiştir. Varsayalım ki bu şiir de Yunus’a ait değil. Pekâlâ, yazılı kaynaklara geçmiş söylenceleri şairane bir bakışla, ötesini söylersek, işimize geldiği gibi yorumlamak Yunus’un Bektaşi olmadığını ispatlamamıza yeter midir? Bununla birlikte Yunus’un Bektaşiliğin en temel kavrayış basamakları sayılan “dört makam kırk kapı”yı dillendirdiği şiirlerini nereye koyacağız? Çalışmasında Yunus’un bu şiirlerinden bazılarını alıntılayan Eyüboğlu ise, bu kapılardan geçen dervişin insan ve dünya gerçeğini kavrayacağını ifade eder ve böylelikle Yunus’un görüşünü de Bâtınî bir zemine oturtmuş olur.
Söylenceleri bilinenin dışında yorumlamayı sürdüren Karakoç, Yunus’un kalan son bin şiirini son anda yok etmekten vazgeçen Molla Kasım olayında da abartılı bir sonuca ulaşır. Güya Molla Kasım hikâyelerde anlatıldığı üzere Yunus’un kerametli bir şiirinden ötürü değil, şiirlerin bütününün İslam ve şeriata uyduğunu fark etmesinden ötürü bu bin şiire dokunmamıştır. Söz konusu menkıbeyi anlatılagelmiş hâliyle benimseyen Eyüboğlu ise, şiiri Molla Kasım denen sonradan gelmiş bir şairin söylediğini ileri süren Abdülbaki Gölpınarlı’yı eleştirir. “Bu halkçı ve devrimci şiir[in] molla ağzıyla konuşan birine…” mal edilemeyeceğini ileri sürer.
Karakoç’a göre Yunus ölümü bir ilerleyiş olarak kavrar; Eyüboğlu ise onun ölümü hiçliğe yolculuk, en çok toprağa karışma, çürüme şeklinde algıladığını belirtir. İki sanatçının Yunus Emre’nin inancıyla ilgili görüşleri de kimi açılardan farklıdır. Eyüboğlu Yunus’un dindarlığının ve Müslümanlığının tartışma götürmez olduğunu söyler ama hümanist, panteist ve hatta ateist bir eğilimle onu “… kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamı…” diye tanımlar. Sevgi, bu inançta tek kural ve yasadır. Ancak Yunus Emre’nin Türk-İslam sentezi bir sufiliği yansıtan şiirlerini yok sayamayız. Hemen her yerde söylenen şu sözü Allahsız bir sevgi değildir elbet: “Yaradılanı severiz / Yaradandan ötürü” Ve Karakoç da bu noktada Yunus’u geleneksel bir İslâm şairi olarak görür ve onun halka İslam’ın
temellerini öğrettiğini söyler. Sezai Karakoç, incelemesinin sonunda Yunus’u “… Türk duyarlılığını sonuna kadar işle[yen]” İslâmi bir misyon şairi sayar ve hem mistik hem milliyetçi bir hükme ulaşmış olur. Fakat bu kadar tutucu olmaya gerek var mıdır? Evet, monografide yer yer Yunus’un çağları ve mezhepleri aşan idrakinden övgüyle bahsedilir ama ulaşılmak istenen asıl noktanın onu kişisel çıkarımlardan hareketle yalnız Sünni Türklere ait bir İslam şairi olarak göstermek olduğu açıktır. Halbuki Sabahattin Eyüboğlu çalışmasının sonunda “belki…” diyerek, “birçok şairlerin toplamı olan…” ve “Birçoklarımıza göre (….) mistik, yani insandan çok tanrıya, bu dünyadan çok ötekine inanan ve hepimizi düşünmeden boyun eğmeye (….) çağıran…” bir şairi okurlara tanıtmaya çalıştığını ifade eder ve daha kapsayıcı, hoşgörülü bir yargıya ulaşmış olur. Bununla da kalmaz Eyüboğlu, çalışmasının sonuna eklediği Yunus şiirleriyle ilgili olarak, “Bunlardan birçoğu Yunus’un ağzından çıktığı biçimde kalmamış olabileceği gibi, onun adına çok sonradan
başkalarınca söylenmiş olabilir. Ama hepsi Yunus Emre’nin halkımızla kaynaşan kişiliğine uygundur…” diyerek Yunus’un sanatı ve inanışı konusunda Karakoç gibi ısrarcı davranmaktan uzak durduğunu göstermiş olur.
E L E Ş T İ R İ – S A Y F A 3
19
Sonuç şudur ki, kısıtlı bilgiler ve çelişkili söylenceler ışığında kişisel bir görüş geliştirerek Yunus’u belli bir zümrenin adamı yapmak oldukça romantik fakat bilim dışı bir uğraştır. Monografisine bakılırsa Karakoç, Yunus’un yaşadığı çağın sis perdesine sığınarak ideolojik bir tutum sergilemiştir. Eyüboğlu’ysa Yunus Emre’yi apayrı bir zihniyetin penceresinden izleyerek okura anlatmış, ama bu koca şairi sabit bir ideolojinin sözcüsü de yapmamaya çalışmıştır.
KAYNAKLAR:
KARAKOÇ, Sezai (2017), Yunus Emre, Diriliş Yay., İstanbul
EYÜBOĞLU, Sabahattin (1981) Yunus Emre, Cem Yay., İstanbul