Dört duvar arasındaydı yine. Dile gelse kocaman bir şehri ayağa kaldıracak bu duvarlar, gün ışığının yavaşça kaybolmaya başlamasından memnun görünüyordu. Sokak lambalarının ışıkları pencerelerden yansıyor, duvarlar bu ışık cümbüşüne burun kıvırıyor; fakat bu ışık cümbüşü inatla odanın her bir köşesine yayılarak çürümüş karanlığa meydan okuyordu. Az ilerideki örselenmiş dolabın kapakları açık; odanın ortasında fırtına kopmuşçasına eşyaları sandalyelerden ve koltuklardan sarkıyordu. Masadaki kahve bardağında bulunan ruj izi renk değiştirmiş, kurumuştu. Duvardaki saatin içinde acıyla hareket etmeye çalışan yelkovan ve akrep, onun zaman algısını yitirdiğini anlamış gibi durmuştu. Battaniyesi yatağının bir ucuna itilmiş, yorgun ve cılız bedeni yatağının içinde kaybolmuştu. Duyduğu gürültü ile gözlerini araladı. Solmuş perdeleri rüzgârın şiddetinden savrulmuş, pencerenin önüne koyduğu ağaç fidanını devirmişti. Yatağından hızlıca doğruldu. Koşar adımlarla pencerenin yanına gitti. Sakince saksıyı kavradı. Bir an elinde hissettiği acıyla irkildi. Saksının bir kenarı kırılmış, elini kesmişti. Umursamadan, saksıya yeni bir yer aramaya başladı. Daha bağımsız, daha elverişli, daha özgün bir yer. Kırmızı lekeler odanın çevresinde daireler oluşturmaya başlamış, o ise elindeki saksı ile odanın içinde endişeli bir şekilde dolanıyor; bulduğu yerleri beğenmiyor, saksıyı elinde oyuncak etmeye devam ediyordu. O koşuşturmada küçük dallardan biri gövdeden ayrılmış, kırmızı lekelerin oluşturduğu dairelerden birine düşmüştü. Nefes nefese kalmıştı. Bir an gözlerinin rengi keskinleşti. Ağlamamak için duraksadı. Ne yapacaktı şimdi o kırık dal parçasını? Dişleri birbirine vurmaya, elleri titremeye başlamıştı. Ne çok kan vardı! Gözleri karardı. Usulca yatağına tutundu. Sakinleşmeliydi. İlaçlarını almalı mıydı? Nerede olduklarını bilmiyordu. Tekrardan yatağa doğru uzanıp, battaniyeyi üzerine çekti. Çok bitkindi, hastaneden çıkalı 1-2 gün olmuştu. Göz kapakları her gün yaşama karşı daha da isteksizleşiyordu. Göz altları en koyu halkalardan birini seçmiş, saçları rengini kaybetmişti. Bacakları ve kolları incelmiş, bedeni kıyafetlerine uymamaya başlamıştı. Bunlara rağmen gözlerinin derinliklerinde coşkulu bir parıltı vardı. Sabahları eskimeye yüz tutmuş aynada görüyordu onları. Ruhunu yitirmeye başladığı kargaşanın içinde, benliğinden gözlerine yansıyan bu parıltıya bir anlam verememişti. Sanki parıltı onu besliyor, dünyayı parçalayacak kadar güç kazandırıyor, ruhunu bir kuş gibi hürleştiriyordu. İlk andan beri tek dayanağı bu olabilir miydi? Küçük kız kardeşini aklına getiriyordu bu parıltı. Gökkız; inandığı hayatı yaşamaya çalışır, içten kahkaha atardı. Karakteri mavinin her tonunu yansıtır, bu yüzden Gökkız diye çağırılırdı. Özür dilemekten korkmazdı. İnsanları iyi ve kötü olarak düşünmez, bunların onları sınıflandırdığına inanırdı. Farklılıkları, fikirleri, ideolojileri, kavramları, sınırları dinlemeyi sever, hiçbir şeyi ve kimseyi yargılamaz, anlamaya çalışırdı. Şişeden mikrofonu ile şarkı söyler, söylediği şarkıları tüm kalbiyle hissederdi. Uçuş uçuş eteğini giyer, döne döne dans ederdi; rüzgârın çiçeklerle yaptığı gibi. Enerjisi bedenine yansır, günden güne güzelleşirdi. Buket Uzuner, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Reşat Nuri Güntekin okur, tartışırdı. Canlıların birbirlerinde hayat bulduklarına inanırdı. Diğer yaşamlara mutlulukla gülümseyen bakışlarını, koşulsuz şartsız herkesi kabul edebilen yüreğini, kulağımızda hoş bir seda bırakan kelimeleriyle konuşmasını nasıl unutmuştu? Nasıl unutmuştu da kendi zincirini kendisi koparmıştı? Oysaki Gökkız da gözlerindeki parıltı gibi güçlüydü. Bir bağlantı olmalıydı aralarında. Mutlaka olmalıydı. Bunu zihninin yarattığına inanmak istemiyordu. Ağaç fidanını da o hediye etmişti hayatı son bulmadan bir hafta önce. O zamandan beri fidanı suluyor, büyümesine eşlik etmeye çalışıyordu. Kriz eşiklerinde hastaneye koştuğunda bile yanına alıyordu fidanı. Korkuyordu. Kız kardeşini yitirmişti, koruyamamıştı, belki de anlamakta zayıf kalmıştı. Söz verdi kendine. Fidana iyi bakacaktı. Ait olduğu şekilde yaşatacaktı onu. Önce köklerini kalıbından kurtaracak, onu özgürleştirecekti. Ardından toprakla kavuşturacak, her bir kökünün toprağın en derinlerini tatmasını, benimsemesini, bütünleşmesini izleyecekti. Zamanla dalları bulutlara dokunacak, güneşe doğru bir yol çizecekti. Yapraklarının her bir yeşilini sevip, sahiplenecekti. Gövdesi sağlamlaşacak, güçlenecekti. Dünyanın bir parçası olacak, gelişecek, geliştirecekti. Saksıyı anımsadı birden. Nereye bırakmıştı onu? Ağır ağır hareketlendi. Yatağının ucundaydı saksı. Eline alıp bir süre bekledi. Pencerenin önünde durmalı, güneşi görmeliydi belki de. Odanın başka hangi köşesinde barınabilirdi ki küçük bir fidan? Baştan başa karanlıkla dolduruyordu odasının içini sürekli. Aldığı yere geri koymaya karar verdi en sonunda. Pencereyi kapatmaya yaklaştığında, havanın ferah ve sakin olduğunu gördü. Hücreleri havanın tazeliği ile buluşmak için hunharca çırpındı. Bu istek sarstı onu. Gökkız’ın ölümünden beri, kendi için hiçbir şey yapmamış, istememişti. Gözlerindeki parıltı zihnine mi yansıyordu? Kız kardeşini anımsamak ona yaşama bağlanacak bir şeyler mi sunmuştu? Gözlerini gökyüzüne doğrulttu ve derin bir nefes alıp, bedenindeki seslere kulak verdi.
Çocuk sesleri ile ayıldı zihni. Bahçenin yanındaki parka henüz ayak basmamıştı. Çocuklar toplaşmış, bağırarak 10’a kadar sayıyor, ardından ağaçların arkasına hücum ediyorlardı. Kimi çocuk da salıncakta birbirini göklere uçuruyor, rüzgâra meydan okuyor; kimisi kaydırağa tersinden tırmanıyor, birbirinin üstüne düşüyordu. Koşuşturuyor, yoruluyor ama eğleniyorlardı. Gökkız’ın imgesi belirdi gözlerinin önünde. Küçükken birlikte karıncalara yuva yaparlardı parka gittiklerinde. Birçok arkadaş edinir, çeşitli oyunlar kurarlardı tıpkı bu küçükler gibi. Buldukları kedi ve köpeklerle oyun oynar, onları eve getirip besler, iyi dileklerle yolcu ederlerdi. Uyandıkları gibi parka koşar, güneş güne veda ederken ayrılırlardı parktan. Birlikte büyümüşlerdi. Güzel çocuklardı. Fidanın pencere camındaki yansımasına gözü takıldı. Gözlerindeki parıltı yine belirginleşmişti. Ne yapması gerektiğini kavramıştı. Saksıyı ve anahtarlarını alıp çıktı.
Toprağı kolayca eşeleyebileceği bir yere oturdu. Fidanı elleri ile ekmeye karar vermişti. Yavaş yavaş bir çukur oluşturmaya başladı. Elindeki yara sızlıyor fakat aldırmıyordu. Her seferinde ellerini daha da hırslanarak toprağa daldırıyordu. Duraksadı. Çukur istediği boyuta ulaşmış görünüyordu. Saksıyı tuttu, ağaç fidanını toprağından koparmadan ayırdı saksısından. Fidana zarar vermemek için elinden geleni yapıyordu. Kazdığı çukura dikkatlice yerleştirdi onu. Toprakla uyumlu hale getirdi. Seveceklerdi birbirlerini. Toprak hangi canlıyı reddetmişti ki? İçi burkuldu. Onu orada bırakmak istemiyordu. Ama biliyordu, burada kalmalı, birçok kuşu ve yavrusunu kollamalı, yağmur damlalarının yapraklarından süzüldüğünü hissetmeliydi. Usulca okşadı toprağı ve fidanı. Eve gitmeye karar verdiği sırada, gözüne saksının dibinde ilişen beyazlık ile afalladı. Üstü toprakla örtülmüş bir kâğıt parçasıydı bu. Açtı ve metanetli bir şekilde okumaya başladı.
Denizkızına,
Yaşama neden veda ettiğimi, bunu sana ve kendime nasıl yapabildiğimi sorguluyorsun biliyorum. Kendince, zihninde ve çevrende yakaladığın her bir ipucunu değerlendiriyor ve tartışıyorsun. Yeryüzünden gökyüzüne kadar uzanıyor, karşılaştığın her varlığı akıl süzgecine koyuyor, suçlamanı onlara yöneltiyor; hata ettiğini anlayıp, aklına çıldırırcasına lanetler savuruyor, kendine zarar veriyorsun. Ruhunu ve bedenini rahat bırakman için sana bu mektubu yazdım. Ardımdan zihninde sorular bırakmamak için.
Yaşamak benim için bir çeşit tutkuydu. Sahip olduğum, sahip olduğumuz her şeye değer verir, aramızda birer sonsuzluk bağı oluştururdum. Hayatıma son verirken benim kalbimdeki bu delici duygu henüz bitmemişti. Dile getiremediklerim ve açıklayamadıklarım söz hakkı kazanmıştı ruhumda. Uzun bir liste oluşturuyorlar, hazırladıkları maddeleri gelişigüzel bana uyguluyorlardı. Her geçen dakika liste biraz daha uzuyor, tahammülümü tüketen bir hisse sebebiyet veriyordu. Bu hisle baş etmenin bir çaresini bulamadım. Ben, belki de hiç fark etmeden bedenime olan saygımı yitirmiş; yabancı ellerin sadece bedenime değil, fikirlerime ve duygularıma dokunmasını engelleyememiştim. Bir insan fütursuzca yabancı ellerini bir başkasının bedeninde dolaştırırken nasıl sarsılmazdı? Neden kirli bakışları ile yaklaşır, acımasızca kendi bedenini benimsetmeye çalışırdı? Neden birinin hislerini mum gibi söndürmeyi göze alırdı? Şevkle bir başkasının karakterinin renklerini çalmaya nasıl cesaret edebilirdi? Dağın zirvesine çıkardığı ruhsuzluğunu neden koca bir çığa dönüştürüp başka bir bedende yankı bulmasına izin verirdi? Yabancı ellerinin içtiği pişkinlik gövdemde yıkıcı bir sel oluşturuyor, fışkıracak bir delik ararcasına soluk bulmaya çalışan organlarımı kargaşasına katıyordu. Yabancı elleri tenimde dolanırken çırpınıyor, çığlık atmaya yelteniyor, onu üzerimden atmaya çalışıyordum. Boğazımı yırtarcasına bağırmış, yardım istemiştim. Sesimi duyuramamıştım. Dokunduğu yerler, gövdemden parça parça ayrılıyormuşçasına canım yanıyordu. Gözlerimdeki yaşlar kontrolümden çıkmış, zeminle buluştuklarında çıkardıkları zayıf sesleri çığlıklarım yutmuştu. Kalbim damarlarımı patlatacakmış gibi atıyor, keskin vuruşlarını beynimde duyuyordum. Yabancı ellerindeki katıksız güçle övünürcesine darbeler indirmeye devam ediyordu. Debelendikçe, tırnaklarımla kollarını kanatmıştım. Hissetmiyordu, duymuyordu. Avına odaklanmış bir hayvan gibi saldırıyordu. Ellerimle, yabancı ellerini kavrayıp bedenimden uzaklaştırmayı denedikçe daha da vahşileşiyordu. Gittikçe halsiz düşüyordum. Bu ne kadar sürdü bilmiyorum. Bayılmıştım.
Uyandığımda sert zeminde boylu boyunca uzanıyordum. Vücudumun her yerinde dayanılmaz bir ağrı vardı. Bir an önce gitmek istiyor ama ne kolumu ne de bacağımı kıpırdatabiliyordum. Uzun süren bir savaştan çıkmış yaralı bir asker gibiydim. Ruhum ve bedenim hasar almış, nasıl toparlanacağını bilemez durumdaydı. Zihnim boşalmış, düşünemiyordu. Varlığımı algılamaya başladığımda, kaçarak uzaklaştım oradan. Bedenime dokunamaz bir hale bürünmüştüm. Ellerim benden geri geri kaçıyor, yaklaştığında sızlamaya başlıyordu. Kıyafetlerimi giymeye elim gitmiyordu. Yastığa başımı koyduğumda, kollarımı bedenime dolayamıyordum. Bedenimde dolaşan o eli hatırlıyor, o ana dönüyordum. En basit eylemleri yerine getiremiyor; uyumak için yatağıma uzanıyor, saatlerce uyumak için kendimle uğraşıyor, beceremiyordum. Yemek yiyemiyordum. Yaptığım hiçbir işe odaklanamıyordum. Değiştirilmiştim. Gökyüzü ile barışık yaşayan karakterim baskılanıyor, eziliyor, küçümseniyordu. Ele geçiriliyordum yabancı eller tarafından. Kimseden yardım isteyemedim. Nasıl dökülecekti dilimden kelimeler? Anlatabilseydim, kelimelerim vuracak mıydı dünyayı? Sesimi kullanmama müsaade edecekler miydi? Hislerim dalgalanıp ulaşacak mıydı kalplere? İnanç tohumları ekebilecek miydim ruhlarına? Üzerime çekilen bu ölü topraktan kurtaracaklar mıydı beni? Beni damgalayacaklar mıydı acımasızca? Arkamdan konuşup, yargılayıp, eleştirecekler miydi bütün hırslarıyla? Adımlarıma köstek olacaklar mıydı? Kapılarını kapatacaklar mıydı bana? Kadın olduğum için iftiralar atacak, daha çok karalayacaklar mıydı? Yoksa önce benim için adalet isteyecek, sonra unutacaklar mıydı? Korkma, her şey düzelecek deyip kandıracaklar mıydı? Başkalarının da aynı şeyleri yaşadığını görürsem ne olacaktı? Kendime açıklayamıyorum Denizkızı. Hayatta olsaydım, sorularımın cevaplarını alacaktım belki de. Ben bu soruların zihnimde çalkalanmasından yorulmuşken, cevaplarını almayı göze alamadım. Bu yolculukta yalnız değilsin, bunu unutma. Fidan büyüyüp yeşerdiğinde korunaklı dalları hep seninle birlikte olacak. Onun sonsuzluğuna ev sahipliği yap.
Kadınlar da ağaçlara benzemiyor mu?
Güzel bir yaşam dileğiyle,
Kardeşin Gökkız
Ertesi sabah güneş mavilikler arasından ışıldamaya başlamışken uyandı. Hızlıca hazırlandı. Bütün kitaplarını, dergilerini ve gazetelerini kolileyip, arabasına yerleştirdi. Ulaşabildiği derneklere, bakımevlerine ve kütüphanelere bağışlayacaktı hepsini. İçi kıpır kıpır oluyordu. Bir kuruluşa üye olabilir hatta belki de bir dernek kurabilirdi. Fikirleri ve bilgileri yayar, yayarlardı. Ufuklarını genişletir, tartışırlardı. Fikirler insanlığın içinde yaşayan canlı birer varlık değil miydi? Kadının kadını anlamaktan korkmadığı, erkeğin gökyüzüne çıkarılıp, kadının yeryüzüne çivilenmediği, erkeğin kadını makineleştirmediği, dayanışmayı bilen bir toplum istedi. Anlayış, destek ve umut istedi. Fikirler ve bilgiler bir tığ gibi insanlığı işleyecekti. Bunları düşünürken gülümsedi. Arabasındaki aynada rastladı kendine. Gözlerini yakalamıştı. Gözlerinden başlayan parıltı, bütün benliğine yayılıyor, çevresini aydınlatıyordu.
Yoksa kadınların gücü müydü parıltıyı oluşturan?