Gece yıldızların akışına bulanmışken Muzaffer halanın fincanından içtiğim kahvenin büyüleyici kokusuna dalmıştım birden evden ne kadar da uzakta olduğumu düşündüm. Ama aslında benim hiç evim olmamıştı ki… Ne ailem, ne evim, ne de Muzaffer isminde bir halam… Bütün anılarım çalıntı, bütün hayatım ise boş bir sayfa gibiydi. Belleğimin derinliklerini ne kadar zorlasam da bir kent, bir sokak ya da mahalle, komşular, patlıcan kızartması kokan bir mutfak, üstü dantel örtülü eski model tüplü bir televizyon hatırlayamıyordum. Anılarım yoktu, hiç olmamıştı… O halde anıları kendim toplamalıydım. Nasıl diyeceksiniz değil mi? Anlatacağım ama biraz sonra… Önce siyah parlak formika kaplı içinde simli minik ışıltılar içeren büfenin sürgülü kapısını açıp içinden bir plak seçeyim Zeki Müren olsun bakalım… Gramofonun cızırtılı sesi ve taş plağın o anlatılmaz buğulu tınısı bir arada ise hadi bir duble de atalım madem…

            Ne demiştim anılar nasıl biriktirilir? Kendi anıların yoksa başkalarının önemsemedikleri anıları hırsızlarsın ve onların sahiplenemediği her şeyi sahiplenirsin… Ah evet teknik olarak ben bir hırsızım evlere girerim ve tek bir şeyi çalarım ve bunun maddi değeri benim için hiç önemli değildir. Tıpkı Muzaffer Halanın unutulan kahve fincanı gibi… Onu bir Ağustos gecesi açık unutulan mutfak penceresinden girip çaldım ve böylece tüm anılarıyla benim oldu… Çok fazla şey çaldım ama hiç polise giden olmadı… Demek ki insanlar için paraları anılarından daha değerli… Ya da bazı anılardan kurtulmak her şeyden daha değerli… Belki de bana teşekkür etmeliler onları sahiplenmek istemedikleri yüklerden kurtardığım için… İki taraflı güzel bir iş bu… Hırsızsın yine de diyorsunuz değil mi? Kalbimi kırıyorsunuz… Şaka şaka…

            Anlatacağım tüm anılar artık benim  ve buna bayılıyorum…

 

Murat ile Hande’nin Yeni Evi

 

            Genç çiftimiz özenle döşedikleri lüks dairelerine sonunda yerleşmişlerdi. Her milimi ince ince hesaplanmış, biblonun duracağı yer bile adeta cetvelle ölçülmüş, tek bir örtünün tek bir çizgisi bile bozulmamıştı… Hande düğüne hazırlandığı aylar boyunca mutfakta ki el bezine kadar planlayarak araştırarak en seçkin, en marka yerden almış, rengine cinsine göre düzenleyerek kendince ince zevkini ortaya koymuştu. İşte böyle halının kahvesi seçtiğinden bir ton açık diye yeri göğü inletirken pek sevgili kayınvalidesi Samiha ah evet Semiha değil Samiha Hanım ev hediyesi diye kocaman, kaba bir çin vazosunu getirip aynalı konsolun, o güzelim ultra modern konsolun üzerine bir zevksizlik eseri olarak koyuvermişti. Hande’nin dehşete düşmüş bakışlarına aldırmadan bu korkunç şeyi paşa dededen kalma pek nadir bir parça, aile yadigârı diye öve öve bitirememişti.

            Samiha Hanım gittikten sonra vazoyu nereye kaldırırız diye düşünürken Murat’ın “Hayatım ne şanslıyız bak bu muhteşem aile yadigârını annem bize verdi demek ki seni çok sevdi” sözleri üzerine yutkunarak susmuştu. Bir hafta bu felakete dayandıktan sonra bir sabah erkenden kalkıp vazoyu iyice sarıp sarmaladıktan sonra dolaba kaldırıvermiş, derin bir soluk almıştı… Aynalı konsolun üzerinde ki tüm aksesuarları yeniden eşit mesafelerle dizdi,  örtülerini düzeltti ve tam bir fincan kahve almıştı ki…

-Hande annemin vazosu nerede?

-A Murat şey

-Ne yaptın onu kaldırdın mı ?

-Çok değerli ya kırılmasın diye…

-Çabuk onu yerine koy annem görmezse çok üzülür.

            Samiha Hanımın değerli çin vazosunu bir gece çaldım ve tabii aranıp durmasınlar diye yerine kendi özel notumu bıraktım… Düşünceliyimdir.

 

“Aile yadigârı vazonuzu bu gece çaldım, çok üzülmeyin ona sizden daha iyi sahip çıkacağım… Ah bir de güvenlik önlemleriniz çok yetersiz alarm taktırmanızı öneririm… İmza Küçük Şeylerin Hırsızı”

            Çini vazo üzerine monte ettiğim buzlu cam ile mükemmel bir çay sehpası oldu bana… Samiha Hanım ve paşa dedesi ise anı koleksiyonuma şan ve şerefle dâhil oldular…

 

Cemil Bakkal’ın terazisi

 

            Yetmişli yılları hatırlayan pek azdır, mahalle bakkallarının kenarları her daim kıvrık lekeli veresiye defterleri her ay bin bir korkuyla açılır, hesaplanır ve borçlar maaş almış aile babasının homurdanarak ödemesiyle kapanırdı… Teneke kutularda bakkal bisküvilerinin tadı hala damağımdadır, karton meyve suyu kutuları, külahta alınıp anında paylaşılan ay çekirdeği, bol boyalı horoz şekerleri, şemsiye çikolatalarla geçen çocukluğun geçmişin çarklarına takılan saflığını kim unutabilir? Ve tabii bakkalın kefeleri geniş ve silindir ağırlıklarıyla her daim inip kalkan terazisi…

            70lerin Cemil Bakkalı işleri oğlu Harun’a devredip emekli olurken terazisini de emekli etmeye yüreği razı gelmemiş olacak ki dükkânımın uğuru diyerek anahtarlarla beraber onu da oğluna teslim etti… Ancak Bakkal mı kaldı şimdilerde her yer market, süpermarket, hipermarket, ultra marketler ile doldu taştı… Haliyle yandaki eski kasap dükkânını da alıp aradaki duvarı yıktıran Harun işi markete çevirirken ayağının altında fazlalık gördüğü eski teraziyi kutularla beraber arkadaki küçük odaya atıverdi. Zavallı emektar çöp ve atıkların arasında tüm haşmetiyle parıldarken  soyu tükenmekte olan bir neslin son temsilcisi olarak hak ettiği saygıyı göremese de kapı önüne konulup bir tekme yemediği için şanslı sayılırdı. Oysa vaktiyle ne kadar da mağrurdu… Damarlı mermer tezgâhın üzerinde peynirleri, zeytinleri, dilimlenmiş salamı gram gram tartar, hak geçirmeden müşteriye sunardı. Ekşimsi kokulu teneke peyniri beyaz yağlı kâğıdın üzerinde daha da küçük ve zavallı görünse de iki kat sarılıp paketlendikten sonra  ne çare memur aile babasının eline tutuşturulurdu… Akşam peyniri gören aile annesi ise “ah ah eskiden babamın evinde peynir tenekeyle alınırdı” nidaları arasında aldığı minicik paketi dolaba koyup sabaha saklardı.

            Düşünürseniz Cemil Bakkalın terazisinin benden çok anısı vardı ve inanın ki her yeri açık o çöplükten onu almak çalmak bile sayılmaz. O yüzden bir not bırakmaya gerek görmedim. İtinayla silip parlattığım terazi salonumda en göze çarpan yerde eski günlerin haşmetiyle rakıma eşlik ediyor. İkimiz de kendimizce anıyoruz Cemil Bakkalı…

 

Raşit Eniştenin Leblebi Kutusu

 

            50’lerde olmalı ev kadınları kocaman sandık misali radyolarda güç bela yakaladıkları istasyondan Münir Nurettin Selçuk dinlerken kocaman çinko tencerelerde cızırdattıkları Vita yağıyla pilav yaparlardı. Kare prizma şeklinde ki sarı boyalı üstünde kırmızı renkte VİTA yazan yağ kutularının girmediği bir ev olduğunu sanmıyorum. Tereyağının artık o kadar da kolay bulunmadığı günlerde Vita imdada yetişmiş ve nedense sağlıklı ve lezzetli olduğu da düşünülmüştü. Sapsarı, kaskatı yağdan kaşığın ucuyla alınır tencere veya tavaya atılır,  yemeğin çok besleyici olacağı umulurdu zahir… O zamanlar hiçbir şey çöpe atılmazdı inanın, küçücük bez parçalarından tutun da, eski gazetelere, teneke yağ, peynir, zeytin kutularına kadar her şey bir gün gelir işe yarar düşüncesiyle saklanırdı. İşte Raşit Eniştenin ki benim eniştem olmadığını biliyorsunuzdur artık, ünlü Vita kutusu da böyle ortaya çıktı. Rakısının yanında beyaz peynir, varsa kavun illa da sarı leblebi seven Raşit Enişte, boşalan vita kutusuna leblebisini doldurup cam kenarına koydu, böylece her akşam aynı seremoni başlamış oldu. Rakı gelsin, vita kutusu açılsın, leblebiler yenilsin, duruma göre bayat ya da taze fark etmez, sohbetler edilsin, müzeyyenden bir iki şarkı terennüm edilsin…

            50’lerin taksi şoförü, 70lerin orta ölçekli araba parçaları tüccarı, 80’lerin emeklisi, 90’ların dini bütün hacı babası Raşit Eniştenin tek kızının da evlendikten 10 yıl sonra doğduğunu biliyor musunuz? Ah bu arada devreye Muzaffer Hala giriyor, fincanıyla anılarını çaldığım hala genç kısır bir kadınken nedense röntgen çektirdikten sonra, ışınların hikmetiyle hamile kalıp Mucize İnci’yi doğurmuş, 2 yıl sonra ya nasip diyerek tekrar röntgen çektirmeye gitmişti. Bu kez erkek olan bebek beraberindeki ur sebebiyle doğuma pek yakınken içine sığındığı rahim ile beraber alınmıştı ki… Vita kutusu bu andan sonra devreye giriyor.

            Muzaffer halanın veterinerlik öğrencisi biraz da tuhaf huylu olan kardeşi  Ergin hemen bir kavanoz bulup içini kimyasallarla doldurdu ve gömülmesi için kendilerine verilen şekillenmiş bebeği bu kavanoza ikinci bir rahimdeymiş gibi yerleştirdi. Böyle gece ritüellerine bir unsur daha eklenmiş oldu; “Hanım getir rakımı, vita kutumu, benim oğlanı da getir… Ah oğlum sen bu hallere mi düştün…”.Kabul ediyorum gerçekten tuhaf… Ama bir yönüyle de eğlenceli… Doğamamış oğlan müstakbel babasıyla rakı masasında… Bu hikâye de Muzaffer Hanımın diğer kardeşinin müdahalesi ile son buldu. Dindar kardeş deli kardeşin yaptığı işi bozarak bizim oğlanı duasıyla gömdürdü. Ama vita kutusu, hem de inanın ki aynı kutu boyası dökülse ve biraz paslansa da görevine sadakatle devam etti. Taa ki Raşit Enişte tövbe edip takkesini giyip, tespihini eline alana kadar…

            Adı geçen kişilerin hepsinin öldüğü düşünülürse bu zavallı emektar leblebi kutusuna ne oldu dersiniz? Şimdi tüm gotik anılarıyla beraber penceremin kenarında, rakımın yanında… İçi yine sarı leblebi dolu, artık yaşlı ve yorgun ama yine de sarı sarı parıldıyor.

 

Şükrü Beyin Kurutma Kâğıdı

 

            Yıl 1925 Cumhuriyetin ilk yıllarının coşkusunu yüreğinin derinlerinde hisseden öğretmen Şükrü Bey, yeni ders yılında gururla objektife poz veriyor. Külot pantolonu, deri çizmeleri ve ceketiyle… Yanı başında sıkma başlı, şık bayan öğretmenler… Çok değil birkaç yıl sonra Şükrü Bey Maarif Müdürlüğü’ne terfi edip özel makamında çalışmaya başlayacak. Ah makam dedikse şimdiki lüks ofisler gelmesin aklınıza… Küçük bir odada tahta oyma masa, tahta sandalye, deri sümen, şansın varsa bir daktilo, cam yazı takımı ve tabii ki bir deste kurutma kâğıdı. Divit veya dolma kalemle yazılan yazı öyle çarçabuk kurumadığından başka yerlere bulaşmasın diye üstüne yumuşak tüylü kurutma kâğıdı basılırdı… Şükrü Beyin pembe kurutma kâğıtları her zaman düzenli masasının başköşesinde yer alırlardı. Kurutma kâğıdı bulmak da kolay değildi elbet, aslında o zamanlar kolay olan hiçbir şey yoktu… Fakirlik, yoksunluk, savaştan çıkmış, harap olmuş bir ülkenin küllerinden doğuşunun sancıları vardı… Ama bütün bunların üstünde taşıp kaynayan bir vatan sevgisine eşlik eden saf dürüstlük vardı… Şükrü Bey kurutma kâğıtlarını çoğu zaman kendi parasıyla alır, milimine kadar kullanır, israf etmezdi.

            Gel zaman git zaman emeklilik geldiğinde, toparlanıp eve götürülen şahsi eşyalar içinde masum masum bakan bir deste pembe kurutma kâğıdı da vardı. Okula giden oğulları Nevzat ve Ergin kullansınlar diye alınmış, ama nedense kıyılıp kullandırılmamış, dosyalarla beraber saklanmıştı…

            Pembe kurutma kâğıtları çok uzun süre Ergin’in evinde muhafaza edildikten sonra şimdi artık bende olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bu da bir hırsızlık sayılmaz inanın, yine de Şükrü Beyin yitik hayalleriyle beraber kâğıtlar da benim oldu diyebilirim… Siyah formika büfemin üzerinde cam ağırlığın altındalar…

            İşte böylece o kadar çok anım oldu ki gün geldi uzaklarda kalan bir evim olduğunu bile zannetmeye başladım… Bir etamin örtüye tek tek çarpı işlerseniz bir an gelir anlamlı veya anlamsız bir motif ortaya çıkmaz mı? Benim de parça parça dokuduğum anılardan bir hayat çıktı diyelim…

            Ama siz beni soruyorsunuz değil mi? Kimim ben bir kadın mı bir erkek mi? Bir deli mi, bir ahlaksız mı, yoksa bir bilge mi? Aslında hepsi bir kadın erkeğin, erkek kadının içinde gizli, ya da bir delinin içinde bir bilge… Mutlaka bir isim istiyorsanız bana “Küçük Şeylerin Hırsızı” diyebilirsiniz…

Abonelik
Bildir
guest
2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Ayşen Altay

Dahiyane, mükemmel, ustaca bir edebiyat.

çaylan ulutaş

çok teşekkür ederim saygılar

%d blogcu bunu beğendi: