Kalbinin içine nice şeyleri sığdırdığı günlerden biriydi. Bavulu toplu, sırt çantası; en az hayat kadar, onu aşağıya doğru çekiyordu. Uzun yolları severdi, uzun yollar onu hep çekerdi. Ardına bakmazdı, ardına baka baka bakmamaya alışmıştı. Ardına bakmazdı ama bir şekilde, bir şeyler ardında kalırdı. O da arda kalanlardan kalan anıları da yükleyip, giderdi.

Saatine baktı. Trenin kalkmasına on beş dakika vardı. Bir iki sigara içimlik vakit varmış diye içinden geçirdi. Ama sadece içinden geçirdi, çünkü sigara içmezdi. Belki de sigara içmediğinden, tüm dertleri içine atar, yürek yangınından bir alaz koyup, midesi çevresinde yakardı. Sonra günlerce alev alev yanardı mide çevresi. Ne kadar kül olsa da tortusu kalırdı hep. Hayatın içinden birçok şeyi madde endeksleriyle tartardı. Ne bileyim sabahleyin aldığı tren biletini mesela. Tren bileti 75 Lira’ydı, o da 7 bira parası diye kendi içinde tartar, yedi biranın ona vereceği keyif ya da rahatlamayla, yolculuğun ona vereceği hazzı; yedi biranın içimi sonrası onun zihnen oluşacağı yorgunluk haliyle, yolculuğun yorgunluk halini karşılaştırır ona göre rotalarına karar verirdi. En çok da bu endeksi birayla yaptığından buna “Bira Lira Endeksi” derdi.

Küçük adımlarla istasyonun içinde, raylara yakın konumda yürüdü. Bineceği konpartman merkezde olmak koşuluyla, iki üç vagon ileri gidip, geliyor, o an aklına ne geliyorsa düşünüyordu. İlla dolu şeyler olmak zorunda değilse de o, illa ki o düşündüğü şeyi hayatta bir şeye adapte ediyor ve anlam katmaya çalışıyordu.

Herkes onu mutsuz biri olarak biliyordu. Rutin bir hayatı olsa da, aslında çoğu kişinin yapamayacağı marjinal şeyleri de yapmıştı. Çoğunlukla evde vaktini geçiren ya da rutin rotalarda, rutin görüşmeler ve yahut gezmeler yapan biri olarak bilinse de o bir kez kendini bu rutinin dışına çıkarttı mı da, çoğu kişinin girmeye dahi cesaret edemediği yerler, saklı, gizli noktalar, yahut şehrin en bilinmez yerlerinde kendini bulabiliyordu. Bazen saatlerce yürüdüğü olabiliyordu. Yürürken o yolun uzunluğunu anlaması ancak gecenin köründe, bedeni artık hata verip, onu ani bir uykuya daldırıp, on dakika kadar uyutup, uyandırdığında, sendeliye sendeliye yatağa giderken, uyluklarında ve baldırlarındaki ağrılardan sonra olurdu.

Ne kadar yorgun olsa da televizyonun başında sızıp kaldığı çok ama çok azdır. Zaten gece eğer ki ülke gündemini takip ettiği siyasi tartışma programları dışında, çoğunluk halkın itici bulduğu sohbet programları da bittiyse, yine kuytu diyarları ya da vahşi yaşamı anlatan bir belgeseli  izler, saat üçe doğru yatağa geçerdi. Ama tam manasıyla uyuması sabah ezanıyla oluyordu. Sabah ezanını bilinçli olarak seçmemişti. Ama Saba Makamı’nda okunmasından belki ona bir rahatlama veriyor, tam olarak uyku haline geçmesini sağlıyordu. Kısacası asıl uykuyu evden çıkacağı vakitten yarım saat öncesine kadar, sabah aydınlanmasında uyuyabiliyordu. Çok içse de, çok yorulsa da bu böyle oluyordu.

Hep farklı farklı yerlerle adı anılsa da aslında evinin olduğu yerde yıllarca otururdu. Ev değişse de semti değişmez, il hiç değişmezdi. Gerçekten kaybettiği büyük şeyler olursa bir ya da daha çok sene içindeki acının dinmesi ya da nefretini yok etmek için şehirden gitmişliği olur ama yine bir bahaneyle eski şehrine döner ve alıştığı mekanların çevresinde yaşardı. Evrensel bir yaşam görüşü olsa da muhafazakar bir yönü olduğunu da inkar etmezdi. Aslında onun zihniyetindekiler bunu reddetse de bir gerçek vardı ki bir şeyleri muhafaza edebilmek içindi mücadeleleri. En basiti elde ettikleri özgürlüğü muhafaza etmek gibi. Aslında yeni ve ileri mücadeleleri, var olanı geliştirmek, güncellemek, devinimsel olarak ilerletmek, çağ ile uyuşturmak içindi. Yoksa hadi bir anda yıkalım, yakalım, devirelim dendiğinde, zaten hayatı zar zor oturttuğu için belki de düzeni bozulmasın diye ilk karşı çıkacak kişi oydu.  Zaten çok zor yollardan bir şekilde hem karakterini, hem düzenini oturtmuştu. Sonuçta acılardan, yorgunluklardan, mücadelelerden ve çoğunlukla yenilgilerden arta kalandan ibaretti yaşamı. Kendini benimsetmek, kendini kendine kanıtlamak, özgüvenini sağlamak, belli bir çevre edinmek, onları taşımak, yaşamak ve birçok şey süreçle olmuştu. Evet varoluşçulukla oluşmuştu. İnsan kendini hayat içinde var etmek için, ben de buradayım demek için uğraş vermişti hep. Gele gele ise bugünkü kendine gelebilmişti. Sisli, puslu belirsiz bir hayat yolunun en azından görüş mesafesini kendi için bu zamana dek oluşturabilmişti. Kör sürüşünü bir nebze olsa yok edebilmişti. Yeni bir değişim, devirimle yine sis kütlesini kim sokmak isterdi ki hayatına. İşte tam da bu yüzden asıl muhafazakarlık da kendindeydi. Kendini muhafaza, elde ettiklerini muhafaza edip, başkalarının eline vermeme muhafazakarlığıydı.

Bunları düşünürken, bir anda trenin ışıkları yandı, dalgın yürüyüşünden hafif hafif kendine geldi. Saatine baktı, beş dakika kalmıştı. Bavullarının olduğu, istasyon sütununun yanına doğru ilerledi. Üstün körü çalınmış, kaybolmuş bir şey var mı diye kontrol etti. Yoktu. Zaten çalsalar da değerli bir şeyi de yoktu. Sırt çantasını taktı, bavulunu aldı. Kompartmanının olduğu kapıya doğru ilerledi. Trenin demir merdivenlerinden ilkine sertçe ve sağlam bir adımla bastı. Öne doğru kendini iteklerken, bir ayağı havada, son kez istasyonun ucundan şehre baktı. Döneceğini bile bile, sanki son kezmişcesine derin bir iç çekişle süzdü. Bir nefes daha, derince, içine çekip, diğer merdivene bastı ve trene bindi.

Bir şeyleri geride bırakır gibi, hızlı adımlarla trenin koridorunda ilerledi. Bilet numarasıyla, kompartman önlerindeki, pirinç levhalara yazılı numaraları karşılaştıra karşılaştıra, sırt çantasını çarpa çarpa, oturacağı yere geldi. Eşyalarını koyu, kendi de oturdu. Genellikle üşüyen biriydi. Hava on derecenin altına indi mi, bir de geceyse kesin üşürdü. Bunun için sırt çantasını açıp, bu zaman için hazırladığı küçük battaniyesini çıkarttı. Oyalanacağı başka şeyleri de. Kitabı, müzik çaları, atıştıracağı şeyleri çıkarttı masaya koydu.

Sonra dertlerini, düşüncelerini, yorgunluklarını, kırgınlıklarını, kaçış nedenlerini pencerenin önüne serip, kafasını pencereye dayadı. Yorgun bir bakışla, trenin dışındaki kişileri izledi. Bu sırada istasyon görevlisinin düdüğü çaldı, yine de irkilmedi, kafasını camdan kaldırmadı. Hatta gözleri istasyon görevlisine dahi kaymadı. Öylece dışarıyı izledi. Sonra trenin düdüğü ve lokomotifin hareket sesiyle, bakışlarının dongunluğunda şehir yavaş yavaş ilerledi. Cam önündeki ögeler, ne sarsıldı, ne yere düştü. Kasabaların, ilçelerin içinden her geçişte, yine onun içine düştü. Bakışları yollar uzadıkça, daha da dondu. Masa üstünde duran kitap sallandı, müzik çalar kitaba yaslandı ama o cama yasladığı kafasını saatlerce kaldırmadı. Şehirler geçti, kasabalar geçti, köyler geçti, iklim değişti, bitki örtüsüyle beraber, onun içindekilerin alazı, midesinin köşesinde geçmedi.

Her şey geride kalsa da, gittiği yerlerde bıraksa da eşyalarını, dostlarını, hatıralarını, acılarını, yorgunluklarını, gittiği yere kendisini götürdüğünden dolayı, aslında birer ve daha büyük kopyalarını beraberinde götürüyordu. Belki yaşadıkları eski yerlerde kalıyorsa da, gittiği her yerde onların adları başka, biçimleri başka, acı yoğunlukları başka hallerini yaşıyordu. Kısacası o, acılarını da, hatalarını da muhafaza ediyordu. Değişen tek şey değişim olsa da temelde hiçbir şey değişmiyordu. O, başka şeyler düşünse, hayal etse de hayat kendi senaryosunda onu başrollere koyuyor, bazen onu filmin kahramanı yaparken bir şekilde yine zorlukları ona yazıyordu. Daha rahat biten bir bölümü olmamıştı. Olmayacaktı da muhtemelen. Ona da alışmıştı ve onu da düşündükçe aslında demek ki her şey yolunda ve ben hala benim diyordu.

Düşüncelere iyice dalmışken, tren aniden, sert bir fren sesiyle durdu. İrkildi ve kendine geldi. Cama yaslı başını geriye doğru çekti. Etrafına baktı sonra koridora doğru baktı. Sersemlik hali geçtikten sonra hangi istasyonda olduğunu anlamak için başını biraz yukarı kaldırıp, camın açılabilir yerini açarak dışarıya sarktı. İstasyonun adını göremedi. O an aşağıdan sarı, çizgili bir kedinin, gözlerini keskince ve hiç ayırmaksızın ona baktığını fark etti. Kedinin gözlerinin içine baktı. İstasyon amiri düdüğünü çaldı, tren hafif hafif hareket ederek, istasyondan kalktı. O ise camdan içeri başını sokup, yerine oturdu. Müzik çalarını aldı, Playlistlerinden bir tanesini onayladı ve kulaklığını taktı. Müzik çalmaya başladığı an sol kolunu sıvadı. Sol kolundaki siyah kedi dövmesinin altında yazan yazı dövmesine baktı, güldü. Dövmede “Fernweh”  yazıyordu.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: