Rüzgârla uyandım bu sabah, pencerem açık kalmış, üşümüştüm. Hava titretiyor. Güneşin doğmasına biraz daha vardı. Beyazımsı gökyüzünün dağların zirvesinden griye ve siyaha dönüşerek uzayıp gittiği boşluğa baktım. Yıldızlar kaybolmuştu.
Odada gözlerimi gezdirip de kapıdan koridora doğru uzanan karaltının içinde oynaşan saniyelik hareketlenmeyi görünce zihnimin yanılgısı diye düşünerek önemsemedim. Umursamazlığım o anda başlamıştı. Yataktan kalkıp da lavaboya elimi yüzümü yıkamaya gitmem birkaç saniyemi aldı. Geri döndüğümde ise neredeyse yarım saat geçmişti.
Gece sönmüş olan mumu tekrar yaktım. Nostalji olsun diye değil, elektrikler olmadığı için mum kullanıyorum. Elektrik faturamı ödeyemediğim için daha fazla sabredemediler. Yakın da su da kesilir. Ancak mum bulmak da zorlanıyorum. Bu yüzden bolca kullanmak adına biraz parafin biraz stearin ile birlikte mum fitili aldım ve renksiz mum yapmaya başladım. Şeklen memnun olmasam da aydınlanıyordum. Kitap okuyabilmem için de gerekliydi. Isınabiliyor muydum bilmiyorum.
İnci Aral okuyorum. Birkaç öyküsü hoşuma gitti. Annesine karşı öfkeli genç kızın yaşamını kendimle özdeşleştirdim. Sinirli fakat aşık olma beceriksizliği kokuyordu her yanı.
Kitaplarım bitti, param yok, kütüphaneye gitmeliyim fakat hava kapalı, yağmur yağmak bilmedi, yağsa da bitmek bilmiyor İzmir’in gri tavanına asılı su damlaları. Döküldükçe yuvarlanıyor gökyüzünden. Yere kapaklanınca yassı hale geliyor dağılarak, sonra birikip yükseliyor, derken Karşıyaka sahilini sel almış, deniz seviyesi yapıların girişine kadar uzanmış, ne yol görünüyor ne de kaldırımlar. Aslında kimsenin umrunda değil…
Evden çıkıp Feride’nin yanına gitmek istiyorum. İstemekle kalıyor düşüncem. Feride sert biri diğer Feride’ler gibi, gözleri manalı bakınca anlarsınız kızdığını. Öfkeden köpürmez belki ama düşüncelerinde sizi hallaç pamuğu gibi ezer de ezer. Kemiğinizi etinizden, etinizi derinizden ayırır birkaç saniyede. Onu tanımak istemez misiniz? Elbette istersiniz. Gününün çoğunu kitaplarla geçirir. Eşine ve kızına da vakit ayırır canı isterse. Hayatında en çok da bana karşı şeffaf olduğunu söyler durur. Birbirimizi anlıyorduk ama benden uzaklaşmak için her seferinde kavga eder ve çekip gider. Sonra aradan zaman geçtikçe özlemini iyice bastırır. Ta ki düşünceleri zıvanadan çıkana kadar. Birkaç gün sonra “İyi misin?” diye mesaj atar “Merak ettim.” der. “Aklıma geldin sadece, önemli bir şey yok.” diye belirtir. Çünkü beni özlediğini söylemek ona göre değildir.
Bazen de ben düşünüyorum onu. Telefon edip de dışarıya çağırsam gelir mi diye söyleniyorum, sonra kızıyorum kendime, Feride’ye ve birkaç kişiye daha… Arıyorum. “Merhaba, müsaitsen görüşelim diyecektim.” Biraz susuyor. “Olmaz” Demiyor ama “İşim var” Demekle bitiyor görüşme, sonra ekliyor “Daha geçen ay görüştük, ne oldu yine?” tekrar sessizlik oluyor “Sorun yok” Diyorum ama derdim varsa da anlatamıyorum. Kapatıyorum telefonu.
Evin içi sessiz, parkeler nemli, hava kapalı, yağmur yağmayacak belli ki. Evdeki sessizliğe adım atıyorum. Parkelerden çıkan gıcırtılar sessizliği bozuyor. Sessizliği bekliyorum hareketsizce, derken nefes alışverişlerimi duyuyorum. Yalın ayak parke üzerine oturuyor ve sırtımı duvara yaslıyorum.
Alt kattan gelen keman seslerini dinliyorum, bu yaşta kim Schubert dinler hem de Serenad. Yan dairenin kapısı çarpıyor, çaprazdaki kadın çöpü kapıya bırakmak için dışarıya çıkmış – Yavaş çarp kapıyı evladım. Çocuk umursamaz – Sanane diyecek ama saygılı birisi, umursamadan iniyor merdivenden. Üst katın gürültüsüne bakılırsa çocuklar top oynuyor, biri üç diğeri altı yaşında, anne bağırıyor – oğlum bırak kardeşin de oynasın.-Banane diyerek cevap verir vermez gürültü kopuyor cam kırılma sesine bakılırsa büyük oğlan görevini başarıyla tamamladı. Küçük çocuk suçsuz, topla oynamadığı için gururlu. Babaya ilk şikayet ondan gelecek. Anne İlgisiz ve umursamaz.
Pencereden dışarıyı izliyorum. Gökyüzü kutu gibi, etrafını binalar kaplamış, ardını dağlar, dibini denizler… Film müziğinden kareler canlanıyor zihnimde 1930’ların Amerika’sında. Eastwood’un kulak okşayan ezgilerinden yeni bir tür kuş çiziyorum yüksek binaların arasından görünen parça gökyüzüne, birazı eksik ve kanadı kırık halde.
Daha fazla duramadım. Griye dönmüş İzmir’i nemli ve karanlık bir evden izlemekten sıkıldım. Kapıyı açtım sessizce, karşı dairenin kapısı da açıldı aynı anda. Yüzünün solgun haline bakılırsa üzgündü.”Nasılsın evladım. Ahmet yine gelmedi eve, konuştunuz mu hiç? Neden böyle yapıyor anlamıyorum.” Oturuyor kapı eşiğine. Ağlıyor, üzülüyor. “Ben bu çocukla baş edemiyorum. Babasız bu kadar yetiyorum işte, neden beni anlamıyor.” Kapımı kapattım. ” Ahmet’i aramaya giderim, üzülme teyzecim, buralardadır zaten, fazla uzaklaşmaz. Bulunca eve dönmesini söylerim.” Diyerek merdivenlerden iniyorum.
Nevin teyze tombuldur azıcık. Kısa boyu, dağınık saçlarıyla bir olup onu anlamanızı sağlar. Aksak ayağı, ağrıyan beline rağmen çökmemiştir, hâlâ dinçtir, evin her işini yapar. Onun zorlandığı tek şey kocasının ölümünden sonra oğluyla baş edememesi. Eşi hamdi abi vapurdan düşüp boğulmuştu. Üç yıl oldu öleli. Cesedini, ölümünden bir ay sonra Güzelyalı sahilinde buldular. Ah Nevin teyze, neden çırpınıyorsun, işte inandığın kader! Çok mu şaşırdın bu hayata?
Kütüphaneden ismi duyulmamış kişilere ait öykü kitapları aldım. Evde okumak için bu akşam ışığım olmayacak, yarını beklerim artık. Ahmet’i de bulamadım zaten, kim bilir hangi köşede zehirleniyordur. Ona karşı o kadar öfkeleyim ki, annesini o duruma sokması canımı sıkıyordu.
Eve dönerken Gülçin’e rastladım. Kuaförden yeni çıkmıştı düzleştirilmiş saçlarıyla, çok değil sabaha dalgalanırdı rüzgarla. Yeşil kazağı ve haki montuyla asker gibi duruyordu. Taş gibi ama yumuşak yürekli. Öykü kitaplarını görünce çantasından bir kitap çıkardı. “İbsen’ın oyunlarından birisi, seversin belki.” Teşekkür ederek uzaklaştım. Ardıma dönüp baktığımda Gülçin bir başkasıyla konuşuyordu. Güldüm. Her zamanki Gülçin işte, tıpkı diğerleri gibi.
Binanın önüne geldim. Birkaç kedi ve köpekten oluşan bir grup hayvan yayılmış keyfine bakıyordu. Umursamadım. Merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Birinci kat üç numaralı daire kapısı açıldı. Genç bir oğlan elinde spor çantasıyla hızlıca fırladı dışarıya. Ayakkabılarını giymeden yanımdan sıyrılarak merdivenleri üçer-beşer atlayarak indi aşağıya. Kapı açık kaldı. Ardından genç bir kız, otuz yaşlarında “Akşam babam gelecek Onur!” sesi yankılandı apartman boşluğunda. Öfkeliydi. Umursamaz bir bakış attıktan sonra içeriye girip yavaşça kapattı kapıyı. Merdivenlerden yukarıya çıktım. İkinci kat çok sessizdi. Ara aydınlatmalar açılmadı. Sensör arızası ya da beni umursamadı. Üçüncü kat oldukça kokuyordu. On numaralı daire kapısının önünde bir poşet ve içi çöp dolu. Altından su sızmış sonra merdivenlere kadar akmış, kurumuş, koku yayılmış iyice. Belki de unutulmuş daha sonra atılacağı düşünülerek. Üçüncü kat pis kokuyor, kimsenin umru değil. Dokuz numaralı daireden piyano sesi geliyor. Zevksiz ve amatörce vuruşlarıyla genç öğrencinin kulaklara eziyeti tüm boşlukta yankılanıyor. Üçüncü kat hem pis kokuyor hem de gürültülü. Dördüncü kat oldukça serin. Ben kata çıkmadan yavaşça on dört numaralı daire kapısı kapanıyor. Köşede bir ahşap merdiven, üzerine siyah bir poşet asılı, içinde yeni yenmiş ve etleri üzerinden sıyrılmış kemikler duruyor. Apartmanın önündeki hayvanlar benden önce fark etmişti kokuyu.
On üç numaralı dairede oturuyorum. Kapıdan içeri giriyordum ki Nevin teyze’nin her zaman yaptığı gibi ben girmeden kapıyı açmasını bekledim. Bunun bir büyüsü vardı sanki, hiç anlayamıyordum. Umursamadım.
Nevin teyzenin sessizliğinin sebebini öğrendiğimde sessizliğimle karşılamıştım onu. Kaplumbağaya benzer biçimde kabuğuma çekilmek istiyordum o an. Ahmet’i bulamamıştım çünkü ölmüştü. Ölüm sebebi : Altın Vuruş. Cenazesinin ne zaman kaldırılacağını bile umursamadım. Hemen içeriye girdim. Nevin teyzeye üzülüyordum ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Ölümlerle doğumların bu dengesizliği nüfusu bu kadar arttırıyorken daha fazla ölümlerin olması gerektiğini düşünerek oturdum pencere önüne. Yaşamak gibi bir hakka sahip olan bunca yaşayan insanın doğmaması gerektiği mantığı daha da ağır basıyordu. Doğduktan sonra ölmesini düşünmek canice olacak belki ama ölmesi gereken milyonlarca gereksiz insan da vardı.
Henrik İbsen’nın kitabından bir paragrafa takıldı gözüm. “Sen asla bir erkeğin ikinci karısı olmaya uygun değilsin…” Feride’yi düşünüyorum, o an yağmur başlıyor. İşte diyorum; beni anlatan bir hava ve bir kitap. Karanlık çökmeden okumak istiyorum. Elektrikler yok , biliyorum. İlk defa bir mum aldım ve kitap okumakla erimesini istemiyorum. Uykum gelmeden yatağa gireceğim diğer gecelerden farksız olacaktı yine ama bu gece çok fazla düşünecek şey vardı aklımda sabaha kadar. Uyuduğumu zannedecektim belki, belki de uyanık kalacaktım yatakta gün doğana kadar. Yine de düşünecektim, biliyordum. Her zaman olduğu gibi erkenden yatağa girdim. Mumu söndürmedim. O yandıkça ben uyuyormuş numarası yaptım. Düşünmekten uyuyana kadar yandı mum ve bir gecenin daha sabaha ulaşacağını bilerek uyumaya çalıştım.
Yine Uaş CÖMERT imzalı harika bir öykü her seferinde yeni bir heyecanla okumayı beklediğim kendince usta bir kalem tebrikler sevgili Ulaş CÖMERT…
Kardeşim tek kelimeyle mükemmel emeğine sağlık
Hikayeyi çok akıcı, sıcak ve samimi buldum.Yapılan o betimlemelerle hikaye kahramanlarını sanki o ortamda görüyormuşum, aralarında yaşıyormuşum gibi hissettim. Yazarın emeğine , yüreğine sağlık. Hikayelerin devamını bekleyenlerden olacağım.