Musa Hoca, şehrin küçük bir mahallesinde, sıkışmış, saklanmış, cemaati Cuma dışında bir elin parmaklarını geçmeyen Kıble Camiinin imamıydı. Sessiz, ağır adımlarla yürüyen, irice bir adamdı. Namaz kıldığı vakit taktığı sarığı, namazın bitmesi ile çıkarır, camiden dışarı adım atar atmaz sıradan bir adama dönüşüverirdi.  Caminin sağ çaprazında kalan, önünde küçük bir bahçesi olan çayevine, her namazdan sonra uğrar, biri demli, diğeri açık iki çay içerdi. Aslında kapalı çayı sever ama doktor tavsiyesi üzerine ikincinin açık olmasına razı gelirdi. Çay içtiği sıralarda yanına ilişip soru soranlar fetva isteyen olurdu. Musa Efendi soru soranların çoğuna soru ile karşılık verirdi. Ya senin vicdanın ne der? Soruyu duyan fetva isterler, genelde aynı tepkiyi verirlerdi. Susarlardı.

Musa Hoca, öğle namazından sonra, sarığı on yıldır bıraktığı yere bıraktı, arkasında namaz kılan iki kişinin elini sıktı ve çayevinin bahçesinde onu bekleyen tabureye yerle halleşen adımlarla ilerledi.

Koyu sohbete dalmış çay severlere selam verdikten sonra,  her zamanki yerine geçti hoca. Çayevi çalışanı Abdullah hocanın gelişini izlemişti. Gözü açık,  zıpkın gibi çocuktu, Abdullah. Hocayı da çok severdi. Hoca oturur oturmaz, çay demesine fırsat vermeden, usta hoca geldi, dedi. Usta sesi duyar duymaz haşlamaya başlamıştı bardağı. İki çaydan ilkini ‘’demli’’ olanını doldurmuştu. Abdullah hocaya bakıyordu. Musa hoca her zamanki gibi değildi. Dalgındı. Tanırdı hocayı Abdullah, yıllardır onu hiç bu şekilde görmemişti. Haşlanmış bardağın içindeki tavşankanı çay ile hocaya yaklaştı. Çayı hocanın önüne koyup doğrulduktan sonra sordu sorusunu.

  • Hayırdır hocam

Hoca Abdullah’ı ilk kez görmüştü sanki. Abdullah’ın yüksek çıkan sesi onu biraz da ürkütmüştü.

  • Nasılsın Abdullah, korkuttun beni
  • Kusura kalma hocam, sizi böyle dalgın, sıkkın görünce, meraklandım. İyi misiniz?
  • Sağ ol, iyiyim iyi
  • Bazen insan hiç benimsemediği bir savaşın en ön cephesinde bile savaşabiliyor Abdullah.
  • Ne oldu hocam?
  • Önemli bir şey değil.
  • Siz daha iyi bilirsiniz ama belki gelir elimizden bir şey be hocam
  • Yıllar önce tek varlığım olan annem vefat ettiği vakit, bir anda ortada kalmıştım. Gidecek hiçbir yerim yoktu. Annem hiç görmediğim ve delicesine merak ettiğim babamla ilgili sorularımı hep halı altına süpürmüştü. Varlığımın kime dayandığı ile ilgili soruların tümü havadayken, sorulara cevap verebilecek olan tek insan annem artık yoktu. Ben kimin neyiydim, düşündüm uzun süre.

Abdullah hocanın yanındaki iskemleye ses etmeden oturmuştu. Hoca derinlerde yüzüyordu. Belli ki birikmiş çok fazla şey vardı.

  • Uzun süre kimim kimsem var mı diye öğrenmek için uğraşan polisler, savcılar onlara bilerek bir şey demediğimi zannediyorlardı. Oysa gerçekten hiçbir şey bilmiyordum. Mecbur ikna oldular. Sağ olsun çocuk esirgeme kurumu sahip çıkmıştı bana. İki katlı bir ranzanın alt katına yerleşmiştim. Eşyalarımı yerleştirmem içinde bir demir dolap düşmüştü payıma. İlk zamanlar zor oldu. Uzun süre alışamadım. Sonra hayat işte, alışıyor insan her şeyin yokluğuna. Velhasıl kelam aş verdiler, giydirdiler, okula gönderdiler, çok şükür iş sahibi de ettiler. Artık geriye az bir şey kalmıştı bir eş ve kendi yaşadıklarımı yaşamamaları için çabalayacağım evlatlar diledim, Allah’tan. Onlarda oldu. Doyduklarını gördükçe doyduğum evlatlar nasip etti, yaratan.

Hoca sustu. Hatırı sayılır bir vakit konuşmayınca Abdullah dayanamadı. Ne güzel işte hocam, ne dilemişsen olmuş çok şükür.

  • Evet, Abdullah oldu. Lakin hep bir fazlası olan dünyanın istekleri bitmiyor be kardeşim. Bazen mengeneye sıkışıyor insan. İki yanından çatlayacak kadar daralıyor.
  • Hocam Allah aşkına ne oldu.
  • Hanım ev diyor Abdullah, apartman dairesi istiyor.
  • Hocam vallahi bende dedim herhalde bir şey oldu. Ne var bunda be hocam.
  • Bir şey yok tabi. Ama elimiz sıkışık bu aralar. Biraz bekle dedim ama kalmamış herhalde sabrı.
  • Bankalar çok uyguna kredi veriyor hocam, tanıdık mütahitte var ustanın, söyleriz ayarlar size bir daire.
  • Yavaş Abdullah yerin kulağı var. Faizle kredi almış imamın okuduğu ezana kulak mı verir insanlar?
  • Valla hocam arkanda saf tutanlardan çoğunun kulakları artık ezanı duyamayacak kadar ağır işitiyor. Kulağı iyi duyanlarda zaten camiye gelmiyor.
  • Öyle de
  • Öyle deyip geçmeyin hocam, yuvanızı mı yıkacaksınız. Siz demediniz mi biraz önce evlatlarımın benim yaşadıklarımı yaşamamasını diledim diye. Allah bilir her şeyi değil mi hocam?
  • Bilir tabi
  • Çayı da içmediniz. Ben size bir demli çay daha getireyim.

 

Abdullah kalktı ve çay ocağına doğru ilerledi.

Musa hoca taş taşımış kadar yorgun görünüyordu. Abdullah’ın dediklerini düşünüyordu. Karısının ilk dalgalandığı zamanları hatırlamaya çalıştı. Annesinin oğlum bütün bugünler dünleri aratır söylemi gelmişti aklına. Döndü çay ocağına Abdullah çay kalsın şimdilik dedi. Kalktı ve yürümeye başladı. Abdullah arkasından bakıyor olmalıydı. Bir an önce gözden kaybolmak için hızlanıyordu. Görmek istemediği apartmanların yanından yürürken bir şey daha fark etti. Karısının bu isteği dillendirdiği günden beri apartmanlara bakarak yürüdüğünü anlamıştı. Adeta işgale uğramıştı. Elinde avucunda çok az şey kalmıştı. Artık kurtuluş için bir savaşa ihtiyacı vardı. Yeni ekilmiş selvi ağaçlarının, çamların olduğu mezarlığın kapısından içeri girdiğinde, daha iyi görünüyordu. Mezarlıktaki mezarların büyük bir kısmı mermerden yapılmaydı. Güneşin vurduğu mermerler ışıl ışıl parlıyordu. Musa hoca mezarlığın içlerine doğru ilerledi. Bir mezarın başında durdu. Ellerinde su dolu ibrikler ile etrafına doluşan çocuklar gözlerinin içine bakıyordu. Su dökelim mi amca sorusu sanki hep bir ağızdan soruluyordu. Mezarın Üzerinde acem halısı çiçekleri ekiliydi. Sulayın hadi bakalım dedi Musa Efendi çocuklara. Çocuklar yarış edercesine suyu mezarın üzerine dökmeye başlamıştı. Suyu döken Musa efendinin gözlerinin içine bakıyordu. Musa Efendi kimseyi paysız bırakmadan dağıttı bozuklukları. En son kalan beşliği de biz kardeşiz amca diyen çocuklardan büyük olanına verdi. Kardeşinle bölüşürsünüz dedi. Mezarın kenarına utanırcasına oturdu. Mezarın üstündeki çiçeklere dokunuyordu. Etrafına görmeden bakıyordu. İnsan arıyor dünü diye başladı ama devamı gelmedi dediğinin. Durdu uzunca bir süre. Bir cevap bekliyordu. Oysa mezarla konuşanın konuştuğu kişi kendi değil miydi?

Mardin bölgesinde yaşayan Araplardan işitmiştim. Diyorlardı ki: ‘’Arap kızları evlenmeden önce Allahtan tek bir şey ister; bir eş. Evlendikten sonra da her şeyi o eşten isterlermiş.’’ Çocuklar daha çok küçük anne, Ayfer çok inat etti. Hepimizi heder edecek.  Niye buradayım biliyor musun? Senden başka yükümü paylaştıracağım kimsem yok. Acayipte geliyor insana, bir imamın ölmüş annesinin mezarıyla dertleşecek kadar sığlaşması. Öldün de bırakmadım yakanı. Analık elek gibi üzüntüyü hemencecik ayırabiliyor sevinçten. İnsan anlattıkça ferahlıyor. Hafiflemiş hissediyor. İçimi çayevindeki Abdullah’a döktüm biraz. Onu faizin haram olduğuna inandırmam gerekirken, onun dediklerine ikna oldum. İnsan ikna olmaya meyilli olunca, her zaman duydukları ilk kez duyuyormuş gibi dinliyor. İnsan omza baş koymak istediğinde, Boyun ağrısını bahane ediyor anlayacağın. Söylediği takıldı kafama. Doğru da söylüyor. Neden arkamdaki cemaatin çoğunluğu kulağı duymayanlardan oluşuyor? Abdullah söyleyince fark ettim. Ömrünün çoğunu arkasına almışlar, saf tutuyor ardımda. Dediğim şey yapmak istediğime mazeret olamaz elbette. Ne yaptığımın farkındayım, yapmamam gerektiğini de biliyorum. Sadece vücudum kirliyken yıkadığım ellerimle övünmek bana hiçte adil gelmiyor. Bir de sorumluyken sorunlu olmak, bununla nasıl baş edebilirim bilmiyorum.

Musa hoca daha fazla konuşamadı. Annesiyle vedalaştı. Kafası karışıktı. Ayaklar ezber davranarak ona geldiği yolu geri yürütüyorlardı. Yolda çalışan belediye işçilerine rastladı. Yola döşenmiş parke taşlarının bir kısmını kaldırılıyorlar, kenara diziyorlardı. Geldiğinde onları görüp görmediğini hatırlamaya çalışıyordu. İçlerinde Cuma namazından tanışık olduğu iki üç kişi vardı.

  • Selamın aleyküm arkadaşlar, kolay gelsin, dedi hoca
  • Ve aleyküm selam hocam, sağolun. merak etmeyin hocam kolay oluyor söküp söküp geri yerleştiriyoruz.

Herkes gülüşmeye başlamıştı.

  • Bu seferde elektrik hatları alınacakmışta yerin altına, ondan kaldırıyoruz. İnsanın yaptığını bozması kolay oluyor hocam
  • Haklısınız.
  • Hayırdır, biraz önce meraklandırdın, yanımızdan geçtin hiç görmedin sanki bizi. Dedik hocaya karşı bir kusur mu işledik.
  • Estağfurullah fark etmemişim, hakkınızı helal edin.
  • Helal olsun hocam, ne kusuru var mı yapacak bir şey
  • Yok sağolun
  • Tamam hocam,
  • Hadi bakalım size iyi çalışmalar.
  • Allah razı olsun hocam

 

Musa hoca Çayevine geri gelmişti.  Abdullah, hocanın geldiğini görür görmez ona doğru atıldı.

  • Hocam hoş geldin, nereye gittin?
  • Gittim işte bir yerlere
  • Söyledim ustaya
  • Neyi?
  • Dedim ya tanıdık müteahhit var diye
  • Acele etmeseydin o kadar
  • Yok, hocam aradı usta, geliyorum dedi müteahhit abi. Varmış elinde hazır daire. Bir saate burada olur. Usta ile araları çok iyi merak etme halleder.
  • Sağ olsun ama daha ben tam karar vermemiştim ki
  • Ferah tut gönlünü be hocam, hallederiz.
  • İyi bakalım.

Mütaahit dediği saatte gelmişti. Musa hoca, Abdullah’ın ustam dediği çayevinin sahibi ve müteahhit iskemlelere kurulmuş oturuyorlardı. Musa hoca kurbanlık keçi gibi bir Kasım ustaya bir de mütahhit Şerif beye bakıyordu. Onu ikna etmeye çalışıyorlardı.

Müteahhit:

  • Hocam inan bana pişman olmayacaksın. Kasım abinin hatırı olmasa zaten sana dediğim fiyata mümkün değil.

 

Kasım:

  • Eksik olma

Müteahhit:

  • İnancın olsun, senin dairenin altındaki ve yanındaki katlarını temelden, şimdi dediğim fiyata sattım.

Musa hoca:

  • Biraz altınımız vardı, onları nasıl yapalım?

Müteahhit:

  • Kolay hocam götürürüz kuyumcuya onun dediği fiyata sayarım olmaz mı?

Musa Hoca:

  • Olur tabi

 

Musa hoca ikna olmuştu, olmasına ama artık işin en zor kısmı yapışmıştı yakasına. Musa Hoca, çocuk esirgeme kurumunda büyümüş, tıpkı annesi gibi bir yetimdi. Hiç kimsesi yok biliyordu varsa da bununla ilgili bir bildiği yoktu. Bankadan kredi çekmenin dışında hiçbir çare gelmedi aklına. Müteahhit bunun için ona yapması gerekenleri söylemişti. Hocam biliyorsunuzdur ama ben yine söyleyeyim maaş bordronuzu getirmeniz lazım, onsuz olmaz. Müftülüğe gitmem gerekiyor herhalde diyerek üzgün konuşan hocanın üstüne su serpmişti hemen Kasım usta. Yok yok hocam E-devlet sisteminden alınabiliyor artık maaş bordroları. Abdullah söylüyordu geçen. Bordro lazım olmuştu birine, bize olmuyormuş dedi ama 657 sayılı devlet memuru kanuna göre çalışanlar maaş bordrolarını alabiliyorlarmış, sistemden. Giderseniz şimdi Abdullah ile aşağımızdaki internet kafeye alırsınız.

 

-yok yok alırım ben,

 

İyi o halde dedi, kasım usta.

 

Maaş bordosu alındıktan sonra, müteahhit yanına kasım ustayı da alarak hoca ile beraber hocanın evine gittiler. Musa hoca hanımının da eve bakmasını istemişti. On beş dakika kadar sonra hoca evinden kucağında bebek olan bir kadınla dışarı çıktı. Yanlarında üç dört yaşlarında biri kız, iki çocuk daha vardı. Hoca ardından kapıyı kilitledi. Yavaş yürüyen kızı kucağına aldı.  Çoluk çocuk müteahhitin arabasının arkasına doluştular. Müteahhit On katlı bir apartmanın önünde durdurdu arabayı. Arabadan ilk inen müteahhit oldu. Başını kaldırıp şöyle bir yukarıya baktı.

 

  • Bak yenge seninki altıncı kattaki daire.

Kadının göz bebekleri balkonlardan tutuna tutuna sekizinci kata tırmanıyordu. Musa Hoca’nın yüz rengi gittikçe sarıya dönüyordu.

Bu kadar katta nasıl çıkılır şimdi duyulur duyulmaz bir yükseklikte. Müteahhit zar zor duyulan bu sesin peşini bırakmamıştı. Olur, mu hocam dedi. Asansörlü binadır, bir düğmeye basıyorsun, beş saniye sonra dairenin kapısındasın. Susmuştu Musa hoca ne dediyse borçlu çıkıyordu. Ayfer Hanım daireyi beğenmiş, hocaya da diyecek bir söz kalmamıştı. Hocam dedi, müteahhit sana tapunun bir örneğini vereceğim bankaya gittiğin zaman lazım olacak. Altınlarda yanınızdaysa uğrarız şimdi, kuyumcuya. Ayfer Hanım atıldı hemen. Yanımda yanımda. Tamam o zaman dedi müteahhit, hocam merak ettiğiniz başka bir şeye yoksa gidelim artık. Yok dedi Musa hoca. Hep beraber kuyumcuya gittiler. Girdikleri üçüncü kuyumcunun verdiği fiyattan altınları müteahhite bıraktılar. Kasım efendi de olana şahitlik etti. Müteahhit hocayla ailesini eve bıraktı. Hocaya unutmadan şunu da vereyim dediği hazırlanmış tapu örneğini verdi. Krediyi hallettikten sonra da tapu işlemlerini yaparız diyerek yanlarından son gaz ayrıldı.

Musa hoca ertesi gün şeffaf bir dosyanın içerisinde maaş bordrosu ve evin tapu örneği ile bankanın yolunu tuttu. Allah verede tanıdık biri görmese diyerek gezindi bankanın etrafında bir süre. Dikkatle sağını solunu kolaçan etti. Utana sıkıla girdi bankaya.

Numaratörün başında yaşlıca bir kadın sıra numarası alma uğraşındaydı. Musa hoca yaklaştı ona doğru. Kadın Musa hocaya, mahcup bir şekilde evladım sıra numarası alacaktım da dedi. Musa hoca kadının elindeki kimlikten kimlik numarasını girdi. Tamama bastı devamında açılan ekrandan, gişe işlemleri tıklayarak numaratörden çıkan sıra numarası yazılı kağıdı kadına uzattı. Allah razı olsun oğlum diyerek kadın uzaklaştı yanından. Şimdi sıra kendisindeydi. Yanları aşınmış, eskice bir resminin yapışık olduğu kafa kâğıdını çıkardı cebinden. Kendi kimlik numarasını kadınınkini girmesinden çok zor girer bir hali vardı. Girdiği her rakam onu biraz daha geriyordu. Ama sonuç itibariyle topu topuna on bir haneden oluşan kimlik numarası bitmişti ve sırada bekleyenler vardı. kimlik numarasını girdikten sonra tamama bastı ve önüne gelen yeni ekrandan müşteri ilişkilerine dokundu. Dokumatik ekrana dokunur dokunmaz, Numaratör ekranının altında bulunan aralıktan vızzzzt sesi ile bir kâğıt uzatılmıştı. Kağıdın üstünde altı yüz on beş yazıyordu.

Elinde sıra numarasıyla Musa hoca, bankanın cam duvarından dışarıyı gözlüyordu. Bankanın önünden geçen dalmış insan yüzlerini seyrediyordu. Arada bir de numara göstergelerine bakıyordu.  

Numara göstergelerinin birinde, altı yüz on dördü görünce camdan dışarıya bakmayı bırakmıştı. Yaklaşık beş dakika sonra altı yüz on beş numaratörde yanmıştı. Önünde iki adet siyah deri kaplı koltuk ile sandalye arası bir oturak bulunan masaya doğru yürüdü Musa hoca. Sarı saçlarının dipleri siyahlaşmış bir hanımefendi, musa hocayı hoşgeldiniz diyerek karşıladı. Musa hoca oturduğu şeyin koltuğa daha yakın düşünmeye başlamıştı. Belin tümünü etraflıca saran bu şey son derece rahattı. Hanımefendi pürüzsüz bir yüze sahipti. Musa hoca iş icabı olmasa bu kadar kırışıksız bir yüzü bu kadar yakından çok nadir görürdü. Size nasıl yardımcı olabilirim dedi, banka çalışanı. Musa hoca ev kredisi çekmek istiyorum dedi. Peki, mesleğiniz nedir efendim. Bu soruya hemen cevap vermedi Musa hoca cami hocasıyım dedi. Musa hoca dediğine hanımefendinin hiçbir tepki vermemesine şaşkındı. Tamam dedi çalışan, sizden maaş bordronuzu isteyeceğim bir de almak istediğiniz evin tapu örneği ve kimlik fotokopiniz lazım. Musa hoca rahatlamıştı. Kadının çalışma motivasyonu onun üzerindeki stresi de azaltmıştı. Bir hafta kadar sonra yüzde 1,19 faiz oranıyla 120 ay vadeli 90,000 tl kredi onaylandı. Musa hocanın hesabına dosya ve sigorta bedeli olan 450 tl kesildikten sonra kalan 89,550 tl para yatmıştı.  Musa hocanın altınları 17,500 tl tutmuştu. Mütahhitle ev için 107,000 tl’ ye anlaşmışlardı. Musa hoca geriye kalan 89,500 tl’yi Mütahattin aynı bankadaki hesabına aktardı. Böylelikle havale ücreti kesilmeyecekti. Alım satım masrafı olarakta yaklaşık krediden arta kalan para harcanmıştı. Böylece ev alınmıştı.

İlk zamanlar olanın sıcaklığıyla bir şey hissetmediyse de zaman geçtikçe Musa hoca yaptığından ötürü derin bir pişmanlık hissediyordu. Cami hocası ve faiz olacak şey mi diyen bir ses, artık gece gündüz onunla yaşıyordu. Camiye gidip geliyor, çay evinin bahçesinde eskisinden çok uzun oturuyor ve artık sayısını beşe çıkardığı çayların tamamını kapalı içiyordu.  Dalgınlıkları günden güne uzuyordu.

Bir akşam, akşam namazının ikinci rekâtı, kıyamda Bakara süresinin iki yüz yetmiş beşinci ayetini okuduğu sırada, ayetin ‘’bi ennehum’’ kısmında durdu, Musa hoca. Cemaat rükû için tekbiri beklerken, bu süre uzadı, duyulmadı bir türlü imamın sesi. Ne de devamı geldi ayetin. Arkasında ki cemaatte üç kişi vardı; bunlardan, biri buluğa girmemiş bir çocuk, diğeri yaşlı bir hacı, üçüncüsü de iş yeri camiye yapışık bir cam ustasıydı. Yaşlı hacının ayakta beklemekten dizleri titremeye, sıkılan çocuğun gözleri yuvalarında daireler çizerek dönmeye başlamıştı. Esnafın ise o anda, borçlarına gitmişti kafası, olan bitenin farkında bile değildi.

Yaşlı adam şaşkın, insan öldükten sonra bir anda sertleşir mi, ayakta kalır mıydı ki diye düşünüyordu? Daha önce de hiç böyle bir şey duymamıştı. Çocuk başını kaldırıp yaşlıya bakıyor, yaşlının şaşırmış yüzünü izliyordu, esnaf hala hesap kitap işindeydi.

Musa Hoca bir anda cemaate doğru döndü yüzünü, sarığı çıkardı başından on yıldır bıraktığı yere koydu, cüppeyi çıkardı üstünden katlayıp yanaştırdı sarığın yanına, bakmadan cemaatin yüzüne, genişçe bir adım attı yan tarafa. Geçmek istememişti cemaatin önünden, namaza durmuşların sağından yürümüştü, kapıya doğru. Çocuk, safını bozmadan, başını dönmüş imamın arkasından bakıyordu. Musa Hocanın kapıdan çıkıp, kapıyı arkasından kapatmasına bakakalmıştı. Kapıdan gelen ses ile yaşlı hacının dizlerinde ki ağrı bir anda kesilmişti. Cam ustası, imamın gittiği sıra, tutmayan hesaplara kızgın, giderleri gelirlerden çıkarmakla meşguldü.

 

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Ayşen Altay

Çok güzel.

%d blogcu bunu beğendi: