İşte yine o ses. Günü başlatan ve diğer kuşlara öncülük eden o kuşun sesiyle uyandı çocuk. “Haydi, sabah oldu” diyerek ilk ötüşüyle şarkıya başlıyor. Diğer kuşlar da sanki onu bekliyormuşçasına birkaç saniye aralıklarla birer birer koroya katılıyorlar. Öyle hep birden ötmeye başlamak olmaz tabii. İlk ötüş serçelerle başlıyor. Sonrasında ise diğer kuşlar. Diğer kuşlar diyorum çünkü beş yaşındaki bir çocuğun bildiği pek kuş türü yoktur. Bildiğim başka hayvanlar var: Güvercin, karga hatta çizgi filmlerde gördüğüm ejderhalar da var; ama bütün bunlara kuş denir mi, bilmiyorum? Kuş dediklerin, küçüktür onlar. Benim bile avuçlarıma sığan ufak tefek kanatlı hayvanlardır.
Büyüklere sorsan kuşlardan anladıklarını sanmam. Onlar hep başka şeylerle ilgilenirler. Kuşların günün ilk ışıklarını karşıladıklarını, büyük bir ciddiyetle bu dakikaya hazırlandıklarını bilmezler. Belki annem bilir. O zaten her şeyi bilir. Anneler öyledir. Onların bilmedikleri bir şey yok. Babalar da bilir belki; ama pek anlatmazlar. Anneler mevsimleri de bilirler. Hangi mevsimde olduğumuzu sormuştum bir defasında. İlkbahar mevsiminde olduğumuzu biliyorum artık.
Beş yaşında bir çocuksanız eğer her şey merak konusudur ve benim merak ettiklerim de gayet ciddi şeylerdir. Belki bilmezsiniz ama bizim buralarda uçan karıncalar var. İlkbaharda ortaya çıkarmış bu karıncalar. Toprağın ısınmaya başlamasıyla birlikte onlar da uyanmaya başlarmış. Bütün kış uyudukları için de çok aç olurlarmış. Annemim dediğine göre bütün mutfağı birkaç dakika içinde silip süpürebilirlermiş. Yine de ben kimselere fark ettirmeden yuvalarına ekmek kırıntıları bırakırım. Uçan karınca da olsa onların da çocukları vardır ve çocukların aç kalmaması önemli bir şeydir.
Siz de benim gibi köyde yaşayan bir çocuksanız eğer çok şanslısınızdır. Küçük bir çocuk değilim artık ve yaşadığım yeri diğer yerlerle karşılaştırabiliyorum. Şehir görmüşlüğüm de var elbette. Oralarda da güzel şeyler yok değil. Rengârenk dondurmalar, şekerlemeler ve daha bir sürü şey… Bir defasında hatırlıyorum da misafirliğe gitmiştik. Annem evden çıkmamam gerektiğini söyleyip duruyordu. Beni de en çok sıkan şey buydu ya. Köy öyle mi? Birazdan dut ağacımın yanına gidip uçan karıncaları besleyeceğim.
Bana soracak olursanız eğer şehir herkesin korku içinde yaşadığı yerdir. İnsanlar artık o kadar çok korkmaya başlamışlar ki, hayvanları bile kendilerine tehdit olarak görmeye başlamışlar. Yani şehirde öyle çok hayvan dostunuz da olmaz. İnsanlar bu korkuyu hayvanlara da aşılamış olmalılar ki onlar da insanlardan çekiniyorlar. Elimde olsa onları da alıp bizim köye götürürdüm. Burada öyle çok arkadaşları olurdu ki kimselerden korkmalarına gerek kalmazdı. İnsan da olsa hayvan da olsa dostların yoksa eğer işte o zaman hayattan korkmaya başlıyorsun. Belki de bu yüzden insanlar hayvanları hor görmeye başlıyorlar. Yine de suçlamıyorum büyükleri. Kötü olduklarını da düşünmüyorum. Unuttular onlar, çocuk olmayı unuttular.
Size anlatamadığım daha bir sürü şey var aslında; ama olur da anneme söylerseniz hem kızar hem de çok üzülür ve ben annemin üzülmesini hiç istemem. Anneme söylemeyeceğinize söz verirseniz size bir sırrımı verebilirim. Sözünüzde duracağınıza inandığım için işte söylüyorum. Etraftaki bütün hayvanların toplandığı yeri biliyorum. Ali söylemişti bana. Ali kim mi? Buradaki en iyi dostumdur Ali. Evet, ne diyordum. Hayvanların toplandığı yeri söyleyecektim size. Hepsi de Kırmızı Göl’de toplanıyormuş. Annem oraya gitmemi pek istemez. Çok uzak olmasa da oranın tehlikeli olduğunu söyler. Anneler her zaman doğru söyler; ama çocuklar da meraklıdır işte. Ali ve ben birlikte birkaç defa gitmiştik oraya. Sadece serçeler, güvercinler, kaplumbağalar, kurbağalar değil adını bilmediğim bir sürü hayvan var Kırmızı Göl’de. Orada neden toplandıklarını bilmesem de sanırım çok önemli şeyleri konuşuyorlar ve ben önemli şeyleri dinlemeyi severim. Kim bilir belki de bir gün beni de aralarına kabul ederler.
Biliyor musunuz? Büyükler her şeye isim vermeyi çok seviyorlar. Size biraz önce anlattığım göle de işte Kırmızı Göl adını vermişler. İyi de neden bu ismi vermişler? Biz çocuklar meraklıyız ya ben de anneme bunun nedenini sordum. Annemin söylediğine göre günbatımında gölün rengi kırmızıya dönüyormuş. Ben de büyük bir merakla günbatımını beklemeye koyuldum. Günbatımına doğru geçen her dakika gölün renginin değiştiğini görebiliyordum. Önce parlak bir sarı, sonra loş bir turuncu, ardından da kızıl ve kırmızı karışımı bir renk ile günü bitiriyordu göl. Manzarayı izledikçe değişen renklerle birlikte renklerin kokularını bile alabiliyordum. Renklerin kokusu mu olur diye sormayın. İnanın bana siz de de gözünüzü kırpmadan o anı yaşasaydınız bana hak verirdiniz. Siz büyükler işte her şeyi unuttuğunuz gibi renklerin kokusunu da unuttunuz.
Yaşadığınız yerde etrafınıza şöyle bir bakın. İster insan ister hayvan olsun; canlı veya cansız varlıklar olsun. Herkes ve her şey bir ismi hak eder. Kim bilir? Belki de buraların aksine sizin göl mavi, tepeleriniz ise yemyeşildir.
Şimdi izin verirseniz dut ağacıma yaslanıp uyumak istiyorum. Kırmızı Göl’ün o muhteşem renklerini ve kokularını içime çekerek, oradaki dostlarımın da fısıltılarını dinleyerek uyumak istiyorum. Sessiz olun ve dinleyin. Belki siz de her şeyi hatırlayacaksınız.
İşte yine o ses. O çığlık sesiyle uyandı genç adam. Oysa birkaç saniye öncesinde rüyasında çocukluğunu görmüştü. Yaslandığı dut ağacın gövdesini sırtında hissedebiliyor, yapraklarının hışırtısını duyabiliyordu. İnsan güzel bir rüya gördü mü hiç uyanmamalı. Sizi bu güzel rüyadan uyandırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Dostlarım sizi düşlerinizden, umutlarınızdan vazgeçirmeye çalışacak o kadar çok insan var ki. Siz onlara kanmayın. Zaman ve düş hırsızlarıdır onlar. Bu insanlardan uzak durun. Uzak durun ki onlar eksik insanlardır. Bütünleşmeyi, doruk deneyimler yaşamayı, öyküler dinlemeyi, müziğin tadını bilmezler. Bencildir onlar. Sevgiyi, saygıyı bir tek kendilerine saklamak isterler. Dünyanın sadece kendi etraflarında döndüğünü sanırlar. Onların yaptıkları şey sizden sürekli almaktır. En büyük zevkleri sizden alarak sizi korkutmaya çalışmaktır. Korku imparatorluğu yaratıp sizi bu imparatorlukla yönetmek isterler. Ruhunuzu, ölüm kokan nefesleriyle parçalamak isteyen birer Kronos’tur onlar. Prometheus misali tanrılar dağından o ışığı alacaksınız ki onların en çok korktuğu şey bu ateştir.
Dostlarım tamamıyla tozpembe bir dünya çizecek değilim size ve yeraltından seslenerek umutsuzluğa da sürecek değilim. Şunu bilmenizi isterim ki böyle bir otel odasında uyanmak büyük bir rezilliktir. Siz de sıcak bir yaz gününde, genzinizi yakan idrar kokusunun çöktüğü bir odada uyanıyorsanız eğer rezil bir durumdasınızdır. İğrençlik sadece bununla kalsa iyi. Kirli ruhlu insanların terleriyle kokuşmuş bir yataktan ve ölümü görmüş bir kadının çığlığıyla uyanmak ise kâbusun ta kendisi. Yanlış anlamanızı istemem. İnsanlardan nefret ediyor değilim ama şu çığlık dostlarım, beni öldürüyor. Acı duymayı bir tarafa bırakın, bu kadına karşı duyduğum tek his nefret. Tanımadığın bir insana karşı neden bu nefret diye soracak, beni bu konuda yargılamaya çalışacaksınız belki de. Size şunu temin ederim ki beni bu rüyamdan koparan Tanrı bile olsa inanın bana ondan bile nefret ederdim. Dediğim gibi beni kaba saba bir insan olarak görmeyin lütfen. Biraz sabredip beni dinlerseniz, bana hak bile verebilirsiniz.
Öncelikle şunu söylemek isterim ki ben bir savaştayım. Bu öyle tank, top ve diğer silahlarla yapılan bir savaş da değil dostlarım. Titanlara karşı bu silahların hiçbir gücü yoktur. Burada, bu lağım gibi kokan otel odasında uyanmamın sebebi de yine bu yaratıklardır. Şu yaz mevsiminde sığınabildiğim tek yer burası. Onlardan o öyle çok var ki dostlarım. Varlığınızı fark ettikleri an sizi yok etmek için hiç zaman kaybetmeden harekete geçerler. Siz sanmayın ki bu saldırıları direkt kendileri yapıyor. Şunu bilin ki, korku imparatorluğun imparatorları, yeryüzündeki en korkak insanlardır. Korkak oldukları kadar da zekilerdir de. Karşınıza öyle çıkıp meydan savaşı vermezler. Yaptıkları şey, soluduğumuz havaya korku zehrini yaymak ve locaya geçip olan biteni büyük bir keyif ile izlemektir. Onlardan korktuğumu zannetmeyin. Gücümü biraz toparlamam gerekiyor.
Dostlarım farklı olmak parçalamak demek değildir. Farklılıklar bütünü oluşturan diğer parçalardır. Farlılıklardan birini yıkacak olursanız eğer bütünü de yok olmaya mahkûm etmiş olursunuz. Farlılıklarımız birer domino taşı gibi yıkılacak ve sonunda ayakta duran hiçbir şey kalmayacaktır. Bunu size neden mi anlatıyorum? Titanların kullandığı en büyük korku silahı budur. Farklılıkları kendi aralarında tehdit gibi gösterip birbirlerine düşman etmektir. Dünyayı gri renkte tek bir parça olarak görmenizi isterler.
Dostlarım bana doğada tek olan bir şey gösterebilir misiniz? Şundan emin olabilirsiniz ki, birinin yaşıyor olmasının nedeni diğerinin var olmasıdır. Beyazın varlık nedeni siyahın olmasıdır. Bir düşünün. Bahçenizde dünyanın en güzel çiçeği olsa bile sadece tek bir çeşit, tek bir renk mi görmek istersiniz? Korkmayın, paylaşmaktan korkmayın. Paylaşıp da elinizdekilerin tükeneceğini sanmayın. Bunun bir delilik, saflık olduğunu söyleyerek, sizlerle alay etmeye başlayacaklar. Delilik, kendine inanmayıp dünyaya başkasının penceresinden bakmaktır. Sadece kendine saklamak ise titanlar tarafından zehirlenmiş korkakların yaşam biçimidir. Size şunu da söylememe izin verin dostlarım. Korku imparatorluğunu yönetenler, sürekli ahlak dersleri verip ve bunu dinselleştirip kılıfına sokarlar. Sizin bu kalıbın dışına çıkıp da diğer renkleri görmenize izin vermezler. Kuralların dışına çıktınız mı da sizden ahlaksızı yoktur. Bu onların size vadetmiş oldukları yalancı cennettir.
Dostlarım bütün bu söylediklerimi umursamayabilirsiniz. Şunu da belirtmek isterim ki bütün bunlara kanıp da yalancı bir mutluluk da elde edebilirsiniz ama kendini tamamlamamış, eksik bir birey olursunuz. Bunların farkındayım ama yapacak bir şey yok, düzen bu şekilde de diyebilirsiniz. Bu konu hakkında sizi şu soru ile baş başa bırakmak isterim. “Kolay elde edilmiş bir mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi? “[1]
Siz bunları düşünürken benim de artık temiz bir hava alma vaktim geldi diye düşünüyorum. Üstüme sinen bu kokudan bir an önce kurtulmak istiyorum. Evet işte yıllara meydan okuyan dut ağacı orada. Müsaade ederseniz dostlarım ağacın gövdesine sırtımı dayayıp biraz daha uyumak istiyorum. Lütfen siz de düşünürken ses çıkarmamaya özen gösterin. Yaprakların fısıltısını tüm benliğimle hissetmek istiyorum.
İşte yine o ses. Rüzgârla savrulan kurumuş yaprakların sesiyle, gergin bir şekilde uyandı yaşlı adam. Rüyasında gençliğini, rutubetli otel odasını görmüştü. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Elleriyle gözlüğünü yoklarken, onu yere düşürmüş olduğunu fark etti. Sırtındaki ağrıyla birlikte eğilerek gözlüğünü yavaşça aldı. Pörsümüş ciğerlerine temiz hava çekmek için doğrulmaya çalıştı. Derin bir nefes aldı. Ciğerlere dolan havanın ıslık sesini ve hırıltıyı kafasının içinde hissedebiliyordu.
Kendisi gibi mevsimlerin de yaşlandığını düşünüyordu yaşlı adam. Mevsimlerden sonbahar, aylardan ise ekim ayı gelmişti bile. Dut ağacı yapraklarını çoktandır dökmeye başlamıştı. Etrafta o kadar çok yaprak vardı ki yaşlı rüzgârın gücü yaprakları havalandırmaya yetmiyordu. Gençken öyle miydi? Rüzgârlar ağaçları kökünden söküp alırdı.
Yaşlı adam yaprakları süpürmek için sapı çürümüş olan tırmığı aramaya koyuldu. Tırmığı tam yarım saat sonra bulabildi. Sol eli belinde ve kendisi gibi çatırdayan tırmığından destek alarak işe girişti. Büyük çabalar sonunda, sağa sola savrulmuş olan yaprakları duvarın bir köşesine toplamayı başarabilmişti. Yaptığı bu işten dolayı kendisiyle gurur duyarak, dinlenmeyi hak ettiğini de düşünerek verandaya geçti. Damağında sıcak, koyu kaçak bir çayın eksikliğini hissetti. Çayın yanında da hurmalı bir Süryani çöreği olsaydı fena olmazdı diye düşündü. Neyse, biraz dinlendikten sonra bu işi de halledebileceğini düşündü.
İnsan yaşlanınca onunla birlikte zaman da yaşlanıyor sanırım. Etraftaki her şey öyle ağır hareket ediyor ki dostlarım. Ya da yaşlanınca gözler artık hızlı şeyleri göremiyor, kulaklar işitemiyor ve hafıza da ağır ağır ölüyor. Her şey şu kaplumbağanın ağır aksak yürüyüşü gibi ilerliyor. Yaşlı dostum dakikalardır çürümüş karpuz kabuğuna ulaşmak için önündeki tümseği büyük bir azim ile geçmeye çalışıyordu. İki adım atıp bir adım geriye düşüyordu. Yaşlılığı bacaklarının titreyişinden belliydi.
Dostlarım yaşlılığı hafife almayın. Onlara yakından bakıp biraz sohbet edecek olursanız eğer içlerindeki yaşam tohumlarının tekrardan filizlendiğini görebileceksiniz. Belki de bu yüzden insan yaşlandıkça çocuklaşıyor. Hafızalarında kalan tek şey çocuklulukları olduğu için, başı tekrar tekrar yaşıyorlar. Şunu unutmayın ki yaşlılık bir son değil başlangıçtır. Zaman nasıl sonsuza doğru ilerleyen, düz bir çizgi değil de döngüsel bir boyut ise, yaşlılık da sonun başlangıcıdır. Çocukluk ile yaşlılık arasında sanıldığı gibi uzun yıllar da yoktur. Dediğim gibi dikkatli bir şekilde bakacak olursanız ikisinin arasında çok kısa bir aralık vardır. Hatta o kadar kısadır ki bu aralık, zaman zaman ikisinin birbirine karıştığı da oluyor. Dostlarım yaşlıların en çok anlaşabildiği kişiler yine çocuklardır ki, bu çocuklar için de aynıdır.
Çocuk olmayı, hayvanları, bitkileri unuttuk aynı şekilde yaşlıları da unuttuk. Onlardan da tıpkı hayvan dostlarımız gibi korkmaya başladık. Şunu size tekrardan hatırlatmak isterim dostlarım. Korku, titanların en büyük silahıdır.
Yaşlı adam, verandada dinlenirken dut ağacına konmuş olan birkaç serçenin ötüşünü duydu. Sesleri daha yakından almak için ağaca doğru yavaş adımlarla ilerledi. Birden, göğsünün tam ortasında derinden gelen bir ses ve ağrı hissetti. Ses derinden öyle geliyordu ki, kanın vücudundaki akışının yavaşladığını hissedebiliyordu. Ağrıyla birlikte sırtında terler boşalıyor, gözleri kararıyor ve serçelerin sesi gittikçe uzaklaşıyordu. Durdu ve gökyüzüne son bir kez baktı. Son nefesini dişlerinin arasından, derinden gelen bu ses ile serbest bıraktı.
İşte yine o ses. Derinden gelen tak tak tak… sesiyle uyandı yaşlı dut ağacı. Rüyasında kendisini üç nesil yaşamış bir insan olarak görmüştü. Dallarında biriken kar yığınının titreyişine bakarak sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Gökyüzüne baktı hava açıktı. Ağır bir şekilde toprağa doğru bakmaya başladı. İki ormancı, iki balta ve o ses. Tak tak tak…
[1] Yeraltından Notlar, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski