Her şeyin başladığı yere açıyorum gözlerimi. Başımı olabildiğince ağır, düşüncelerimi ise pervasızca çeviriyorum uzaktaki ormanlık alana. Bir şeyler oluyor kuşkusuz. Bir şeyler zaten hep olmaz mı? Bazen, aslında bazen değil çoğunlukla zamanı sırtlanıp uzaklara, ağaçların arasından geçip her şeyin başladığı o yere gitmek istiyorum. Her şeyin hiçlikte vücut bulup bir şeylere dönüştüğü o yerde, yeniden olmak istiyorum. Sırtımda zaman, sadece koşmak ve rüzgarı hissetmek istiyorum. Acaba zamanı yüklenip yanıma rüzgarı da almak nasıl olurdu? Zaman, rüzgar, tüm anılarım tabii sadece beni mutlu edenler hep birlikte koşarken bölünür müydük en huzurlu yerimizden apansız? Bilmiyorum. Kim bilir belki de biz bölündükçe zaman yeniden bir araya getirirdi parçalarımızı. Ama hayır, bu mümkün değil. Zamanı sırtıma almıştım, nasıl görevini yerine getirsin ki? Getiremez, değil mi. Ben küçükken, Pazarları banyo günümüz olurdu. Önce banyodaki yaşlı sobaya odunlar annem tarafından büyük bir şikayetle konulur, ardından yılların yorgunluğuyla iyice işini savsaklamaya başlayan banyo sobasından çıkan duman evdeki herkesin gözlerini kör ederdi. Annem hem babamı, hem ninemi hem de o esnada önüne çıkan kim varsa güzelce azarlar, kaderin nankörlüğünden girip bizlerin kıymet bilmezliğinden çıkardı. Ta ki kalbi tekleyen yorgun sobada ateş harlanana ve su ısınana dek. Pazar günleri hayatımızı sorguladığımız, en gedikli filozoflara taş çıkartacağımız, ağladığımız ama pek gülmediğimiz günlerdi. O yüzden hala biraz buruktur bende pazarlar. Pek sevmem anlayacağınız, hala biraz duman kaçar gözlerime, dramatize etmeyeceğim korkmayın, ağlamam sadece genzim yanar. İşte o pazarların birinde ninemle aramızda geçen konuşmayı hiç unutmam. Banyo sıramı savmış, annemin şikayetlerinden de iyice nasibimi almışken, sıra saçlarımın taranmasına gelmişti. Ninemin dizlerinin önüne oturup, eline tutuşturduğum ince dişli sarı tarağı eline büyük bir heyecanla tutuşturmuştum. Ninem çok yaşlıydı. Hani şöyle bi doksanlarında vardı ama onun saçlarımı büyük bir dikkatle tutup, yavaş yavaş incitmemek için son derece özenli bir şekilde tutuşu, sonra yine aynı özenle ikiye ayırıp şimdi sana iki belik yapacağım, hem saçların karışmaz hem de daha temiz kalır diyişi pek hoşuma giderdi. Sarı tarağın ince telleri saçlarımın içerisinde dans ederken, ninemin hafiften tutturduğu türkü daha o yaşımda beni bilmediğim bir coğrafyaya doğru yola çıkarırdı. Yaşlı sobanın yaydığı duman bir başka yaşlının kelimelerinde dağılır, pazarlar yeniden anlam kazanırdı. Hani dedim ya pazarlar hala biraz buruktur bende, evet işte biraz da bu yüzden. İnsan aynı şeyi ya da kişiyi hem sevip hem nefret eder mi? Eder tabii. En derin hasarı aldığı yeri onaracak tek kişi hasarı veren değil de kimdir? Gerçi bizim tarladaki domatesleri dana burnu durmadan kırıp talan ediyor. Tüm sebzeler isyanda. Ama domatesleri onaran dana burnu mu? Hayır tabii ki. O zaman verdiğim yanıt da ikiye ayrıldı hem de en hassas yerinden tıpkı domatesler gibi. Demek ki yalnızca en iyi onaran en çok zararı veren değilmiş. Tamam evet kabul ediyorum. Bu felsefi sorgulamalar Pazar günlerinin ürünü. Hep o dumanlı banyo günleri. Kim bilir belki filozoflar da Pazar günleri banyo sırasına giren ailelerin çocuklarıydılar. Ninem diyordum, kayboldum yine. Saçlarımı şefkatle tararken beni uzaklara hiç bilmediğim yerlere götürürdü. Nine, derdim anlatsana. Senin annen, baban kardeşlerin yani ailen, nasıl bir ailen vardı. Siz de Pazar günleri banyo sırasına girer miydiniz? Senin de annen söylenir miydi peki ya baban banyodan kaçar mıydı? Sen nasıl bir çocuktun nine? Sorularımın ardı arkası kesilmezdi. Boşunaydı, bilirdim. Ninemin kulakları ağır işitirdi. Bu yüzden de sorduğum sorulardan sadece birini ya da şanslıysam ikisini duyardı. Ama güzel olan ninem tam bir hikaye anlatıcısıydı. Diline aldı mı kelimeleri bir de geçti mi anıların yanından onu kimse tutamazdı. Kim bilir belki de bu yüzden benim için de bu soru sorma meselesi bir oyuna dönüşürdü. Acaba ninem bu kez hangi sorumu işitecek ve hangi kapıdan aralayacağız geçmişi? Hikaye nerede başlayacak ve nerede dinlenecekti bunu her Pazar merakla beklerdim.
Benim annem diye başladı ninem. Ben küçükken daha çok küçükken senden bile küçükken ölmüş. Ben annemi hayal meyal hatırlarım. Hastayken yatakta başucunda ne olduğunu anlamadan beklediğim zamanlar gelir aklıma. Böyle sisli puslu ne bileyim. Sonra, o günü hiç unutmam ama bak. Her şey silik ama o gün zihnimde capcanlı renklerle boyanmış bir tablo gibi. Biz erken yaşta büyümek zorunda kaldık. Ben daha sen yaşlarındayken inekleri otlatmaya götürürdüm. İşin garip yani hoşuma da giderdi. Köyden birkaç çocuk daha ve tabii bir yetişkinle birlikte, o yetişkin de genellikle muhtarın oğlu Ahmet abi olurdu, sabahın erken saatinde yola koyulurduk. Hayvanların otlayabileceği bazı yerler vardı köyde. O yerler evlerden uzakta olurdu genellikle. Güneş doğmadan yola çıkardık ki, hem biz hem de hayvanlar rahat etsin. Belki de sadece hayvanlar içindi bu bilmiyorum. Ne de olsa değerliydi hayvanlar. Eti, sütü her şeyi bir fayda getirirdi. Biz ise çocuktuk işte. Kolay heba edilebiliyorduk, sanki hiçbir şeyi düşünmez, hiçbir şey hissetmez. Ne bileyim, quşkam, çocuk olmak zordu..ama bir taraftan da her şey çok gizemliydi
Nine, nine dur hani o ormanlar var ya, evlerden uzakta olan otlaklar işte? Nasıldı oralar? Orada başka hayvanlar var mıydı? Domuz, ayı ya da tilki gördün mü hiç?
Soru sıralama ustası olarak, tek sorumun duyulacağı gerçeğine sırt çevirerek ninemin yanıtını bekledim.
O değil de ninem bu kez hiçbir sorumu duymamıştı. Mücadele etmeye niyetim yoktu. Zaten hikaye akar yolunu bulur, ve ben o otlaklarla eğer sabırlı olursam karşılaşırdım. Kim bilir belki tilkiyi bile görebilirdim. Ne yapacaksam görüp, çocuk aklı işte merak ediyor insan sormayın.
Sabahın kör vaktinde uyanıp, tüm gün dağ bayır hayvanların peşinde koşturmak değil de belki de işin gizemli tarafıydı beni uykumdan uyandıran. Belki de yetişkin olma hevesi. Sen sen ol erkenden büyümek isteme tamam mı. Çünkü insan yetişkin olunca merakı hevesi ve heyecanı da olgunlaşıyor. Ama sakın yanlış anlama, bu olgunlaşma iyi anlamda değil. Çürümeye doğru gidiyor. Çürütüyorlar. Sonra geride sadece çürümüş heveslerin o katlanılmaz kesif kokusu kalıyor. Büyümek her şeye tanık olmak ama daha fazla tanık oldukça daha fazla sorumlu oluyor, daha fazla küçülüyor heveslerin.
‘’Nine, nine?’’
Ninem bu kez beni tek seferde duymuştu. Bu şaşırtıcı ama belki de bir cümle kurmadan sadece tek kelime ettiğim için ama bu fırsatı çok iyi kullanmalıydım.
‘’Nine, kaç ineğiniz vardı?’’
Yok artık bu nasıl soru! Yani tek soru şansımı böyle bir soru için kullanmam neden. Kahretsin gitti işte kaçırdım fırsatı diye içten içe kadere isyan ederken ninem hiç beklemediğim bir cevap vermişti.
‘’O gün inekleri otlatırken ne mi oldu? Aslında hiç iyi bir şey olmadı. Yine her zamanki gibi inekler kendi hallerinde otlarken, biz çocuklar da kendi aramızda koşuşturuyorduk. Ahmet abi ise, yaramazlık yapmayın çocuklar, yanımda oturun, diye bizi uslu çocuk olmaya çağırıyordu. Ama biz dinler miyiz, çocuk olmak biraz da dinlememeyi, sınır tanımamayı gerektirir. Ahmet abi, koca meşenin dibinde oturuyordu, hiç unutmam. Böyle koskocaman, en hınzır güneşe bile bana mısın dedirtmeyen, bizi korumaya and içmiş o meşe ağacının gölgesi bugün bile anılarıma düşer. Aşağıdan çığlık çığlığa küçük bir karaltı bizim olduğumuz yere doğru koşuyordu. Gölge yaklaştıkça bizim köyün çocuklarından, topal Hıdır’ın torunu Seyfo olduğu anlaşıldı. Seyfo öyle bir koşuyordu ki, nefes nefese bir yandan da bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ahmet abinin oturduğu yere gelince Elif hala, elif halanın durumu hiç iyi değil. Acilen hastaneye götürülmesi gerek dedi dedem.
Seyfo koşarak, Ahmet abiye gelmişti. Çünkü köydeki tek araç muhtarınkiydi. Muhtar da yakın köylerden birindeki cenazeye katıldığı için arabayı kullanabilecek tek kişi kalıyordu geriye: oğlu Ahmet. Seyfo’nun ağzından soluk soluğa çıkan annemin adını duyunca, bir an zaman durdu sanki. Yok hayır koşturduğum için değildi başımın dönüşü, dönen dünya mıydı neydi bilemedim. Durumun aciliyetini fark eden Ahmet abi, sakin kalmaya çalışarak yanıma yaklaştı ve bana, anneni hastaneye götüreceğim. Ama korkma iyileşecek, şimdi bana söz verin burada ben köyden birini yanınıza yollayana kadar hem birbirinize hem de hayvanlara göz kulak olacaksınız.
Göz kulak olacaktık da olmasına ya annem ona kim göz kulak olacaktı? Annemin durumu çok ağırdı, yatağının başına gidip saatlerce bana bir kelime etmesini bekleyerek geçerdi günlerim ama etmezdi, edemezdi. Gözlerini gözlerime diker öylece bakardı bana. Arada eline uzanırdım, sıcaklığını hissetmek iyi gelirdi. Ama sadece bu kadar. Anne demek benim için sanki çok yakınımda olan ama hiçbir zaman ulaşamayacağım arada sıcaklığını hissedebileceğim ama hiçbir zaman tam anlamıyla ısınamayacağım bir yerde olmak demekti. Ama yine de oradaydı. Her ne kadar tam olarak ulaşamasam da orada olduğunu bile bilmek benim için yeterliydi. Ama o gün, o meşe ağacının altında Seyfo benden elimdeki son şeyi de almıştı.
Ninem bir an durdu ve uzaklara baktı. Elindeki tarağı kanepenin üzerine bıraktı. Ellerinden biri saçlarımda, diğer eliyle ıslanan gözlerini sildi. Kafamı kaldırmadım, uzaklara rahatça dalsın diye. Küçük bir çocuk olabilirdim ama insanların ağlarken bir ötekinin bakışlarını üzerlerinde hissetmek istemeyeceklerini bilecek kadar büyümüştüm aslında. Ama bi taraftan da sabırsızlanıyordum. Sahi hiç tilki görmüş müydü ninem ya da ayı?
‘’Orada öylece kaldım, köyün diğer çocuklarıyla. Ne olduğunu anlamamışlardı. Çünkü onların anneleri evdeydi. Hem de ayakta, yatakta değil. Orada kaç saat kaldık bilmiyorum. İnekler otlamaya, rüzgar esmeye ve meşe ağacı bizi korumaya devam etti. Ama onun gücünün de sınırlılıkları vardı. Annemi kurtarmaya gücü yetmemişti mesela. ‘’
‘’Nine, tilki gördün mü hiç?’’
‘’Sonrası işte cenaze töreni, yakılan ağıtlar, gözyaşları. Çok sonradan öğrendim ki annem hastaneye daha erken yetiştirilebilseymiş belki kurtulma ihtimali olurmuş. Ha bi de Seyfo bizi bulmaya çalışırken kaybolmuş, diğer otlaklara gitmiş. Ama belki de kader, işte bazen önüne geçilemiyor. Diyorum ama bir yandan da acaba köyde bir doktor olsaydı ya da bir başka araç annem kurtulur muydu o gün, işte bu soruyu sormaktan da geri duramıyorum. Ama yanıtsız kalacak soruları sormanın belki en can yakan noktası da bu: zaman. Yanıtları da beraberinde götürüyor. Sırtlanıp götürüyor yanıtları. Bize kalansa sadece sorular oluyor. İşte bu yüzden sen hep sor olur mu, bazen cevap alamayacağını bilsen bile yine de sor.’’
İyi de nine duymuyorsun ki sorsam da diyecek oldum. Zaten bunu da duymayacaktı. O değil de zaman sırtlanıp yanıtları nereye götürüyordu? Zamanın sırtında bir torbası mı vardı? Eğer bir torbası varsa, oldukça ağır olmalıydı. Sonuçta sadece ninemin sorularının değil başka ninelerin dedelerin ve belki annelerin babaların da yanıtları vardı o torbada. O torbayı almam gerek. Zamanı bulup torbasına ulaşıp ninemin gözlerini nemlendiren ulaşamadığı o yanıtları öğrenmem gerek. Ama peki ya tilkiler. Bilmiyorum. Bunu yanıtı da sanırım zamanın torbasında çünkü ninem beni duyacak gibi değil.
‘’Bizim köyde çok ev yoktur. Birbirleriyle de iyi anlaşamazlar. Ama cenaze düğün gibi insana hayatı hatırlatan meseleler olunca tüm kavgalar unutulur, küsler bir araya gelir. Annem de küsleri barıştırmıştı farkında olmadan. Arada aklıma gelen birkaç şey daha var. Büyükannemin kucağındayım. Köyün kadınları çember olmuş ağıtlar yakıyorlar. Ağlıyorum ama ağıtlardan korktuğum için mi, herkes ağladığı için mi yoksa annemin eline bir daha hiç dokunmayacağım için mi, bilmiyorum. Bir de babamla ilgili bir şeyler geliyor aklıma. Köyün erkekleriyle, bizim ağıt odasının yanındaki odada görüyorum onu. Başında kasketi, gözlerinde tek damla yaş yok. Çünkü bizim köyde erkekler ağlamıyorlar. Sonradan öğreniyorum ki erkekler sadece bizim köyde değil, hiçbir köyde ağlamıyorlar.’’
‘’Peki neden nine, erkekler ağlamayı bilmiyorlar mı?’’
‘’Yok, erkekler ağlamayı biliyorlar. Bebeklerin hepsi ağlamayı bilir değil mi? Kız ya da erkek olmaları fark etmez. Ama erkeklerin bazı duygularını göstermeleri diğer insanlar tarafından hoş karşılanmaz, üzülmek ya da bunun işareti olan ağlamak gibi. İşte bu yüzden ağlamayı bilerek doğuyor ama göstermenin utanç veren bir durum olduğunu öğrenerek büyüyorlar. Ne acı. Babamın o gün belki de en çok ihtiyacı olan şey bana sarılıp ağlamaktı. Ne de olsa tek çocuğuydum. Aslında bizim oralarda tek çocuklu aile yoktur. Hatta bazı aileler o kadar kalabalıktır ki anne babaları çocuklarının isimlerini bile unuturlar. Ama annem ben doğduktan sonra hastalandığı için bana kardeş gelmedi. Kim bilir belki bir kardeşim olsa daha farklı olurdu her şey.’’
Evet, işte zamanın torbasında ulaşmam gereken diğer bir yanıt daha. Acaba ninemin bir kardeşi olsa şimdikinden daha farklı olur muydu?
Ninem saçlarımı taramayı bitirip örgü kısmına geçiyor. Özenle başladığı işi özenle devam ettirip şefkatle ikiye ayırıyor saçlarımı. Hem de tam ortadan ikiye. İyi bir iki belik örgü için tam ortadan ayırmak şart, biliyorum.
İlk beliği yapmaya başlıyor ağır ağır. O örmeye başlarken sessizce ben hem tilkileri hem zamanı hem de torbasındaki yanıtları düşünüyorum. Aklıma sınırsız sayıda soru takılmış da aralarından takıldıkları yerde en rahatsızlık verici olanları bunlarmış gibi.
‘’Sonra bana büyükannem baktı. Daha ne olduğumu anlamadan da evlendirildim. Babam evlenmeme sıcak bakmasa bile onun da sözünün geçmediği bazı zamanlar oluyordu. Köyde hali vakti yerinde bir talibim çıkınca büyükler zaten annesi de yok verelim kızı dediler. Fikri sorulmayan tek kişi bendim ama verilecek olan da bendim. Kadınların da çocuklar gibi çok söz hakkı yoktu. Onların da ne düşündüğü ne hissettiği önemsenmezdi. Gerçi düşünüp hissedebildikleri bile düşünülmezdi. Sonra evlendim dedenle. Deden iyi adamdı ama annesi çok çektirdi rahmetli. Çocuk halimle yapmadığını bırakmadı. Gidecek yerim de yoktu diyecek sözüm de. Annen doğduktan sonra işler daha da ağırlaştı. Hem annene bakıyor hem tarlaya gidiyor hem de evin işlerini yapıyordum. Erkenden büyümüştüm. Beklediğimden çok daha erken. Ama sevmedim ben, yetişkin olmayı sevmedim. Belki de çocukluğum o gün o meşenin altında vaktinden çok daha önce elimden alındığı için sevemedim yetişkinliği. Biraz da öfkemden. Elimden çocukluğumu yetişkinliğim almış gibi düşündüm belki de.
Ninem özenle yaptığı ilk beliğin altını, annemin terzilik yaparken kullandığı kalın beyaz lastikten arta kalan lastik parçasıyla sıkıca bağladı ama canımı acıtmadan. Çünkü nineler torunlarının canını acıtmaz. Diğer belik için örgüye başlarken bir taraftan da hikayesini anlatmaya devam etti.
‘’Yıllar ardı ardına geçiyordu. Dedenin köyü, yani artık yaşadığım yeni yer bizim köyün çok yakınındaydı. Ama babamın evine gitmek istemiyordum. Babama da öfkeliydim, tıpkı yetişkinliğime olduğum gibi. Yetişkinliğim elimden çocukluğumu almış, babam da ona yardımcı olmuştu. Babam sanki elimden annemi de almış gibi hissediyordum. Ayaklarım geri geri gidiyordu. Bayramlarda zorla gidiyor, gözlerinin içine bakamadan geri dönüyordum dedenin evine. Sonra bir gün haber geldi köye. Babamın kalp krizi geçirip, hastaneye kaldırıldığını söylediler. Biliyordum ki bizim köyde hastaneye kaldırılanlar asla sağ dönmüyorlardı. Babam da ölecekti tıpkı annem gibi. Öyle de oldu. Bir sonraki haber babamın öldüğüydü. Cenazeye katıldım. Ama bu kez farklıydı. Bu kez yetişkin bedeninde ama erken ölen çocukluğunun yasını tutan ben olarak gitmiştim o cenazeye. Herkes babama ağladığımı sanarken ben çocukluğuma, annesizliğime ve babasızlığıma ağladım. Unutma, cenazelerde zaten insanlar kendilerine ağlarlar. Ya kendi ölümlülükleri gelir akıllarına ya hayatın onlara bolca sunduğu dertler geçer gözlerinin önünden ama asla ölüye ağlamazlar. ‘’
İkinci belik de bitmişti. Kalın beyaz lastik aynı özenle ikinci beliğin de altına sıkıca takıldıktan sonra, ninem başıma bir öpücük kondurup yorulduğunu ve uyuyacağını söyledi. Peki ya tilkiler? Ninem beni bir dolu soruyla baş başa bırakıp, kendini en huzurlu yere bırakmıştı: uykuya.
Bense elimde sarı tarak annemin yanına koşmuştum. Anne, sence ninem otlakta hiç tilki görmüş müdür?
‘’Kızım ne diyorsun Allah aşkına benim derdim ne sizin derdiniz ne? Hadi oyalama beni bak işim var, görmüyor musun! ‘’
Şimdi bugün, gözlerimi her şeyin başladığı yere açıyorum. Zamanımı sırtımı alıp koştuğum ve belki de ninemi korumaya and içmiş o meşe ağacının yanından geçip, her şeyin başladığı o yere koşuyorum. Sırtımda zaman, onun da sırtında torbası. Torbanın içinde ninemin acabalarının yanıtları, koşuyoruz. Ve tabii ki tilkiler.
Öykünüzün, nine ve annesini anlatan bölümü çok etkileyici. Başlangıç bölümü ve pazar banyolarının anlatılışı da güzel. Aslında çok güzel bir öykü olacakken, nine o kadar uzun konuşuyor ki, öykü gücünü yitiriyor. Bir de 90 yaşında ve köyde büyümüş bir nine sanki daha farklı anlatır. Belki yorgun cümlelerle, belki özgün sözcüklerle, belki bazı sözcüklerde yöresel ağız ile. Sanırım küçük bir de hesap hatası var öyküde. 10 yaşlarında bir çocuğun, çocuk yaşta evlenip anne olan ninesi 90 yaşında olur mu?