Baharın her zerresinin iliklere kadar hissedildiği, kuş seslerinin huzur veren ritmik melodisiyle, insanın kendini huzursuz hissetme hakkının olmadığı güzel bir sabahtı. En güzel çiçeklerin baş döndürücü aromatik rayihaları odanın açık penceresinden içeriye süzülüyordu. Tüm bu güzelliklere rağmen Mukaddes huzursuzdu. Bütün geceyi ateşler içinde yanan yavrusunun başında, ateşini kontrol ederek ve ritmi bozuk nefeslerini dinleyerek geçirmişti.
İçini kemiren, yiyip bitiren bir şeyler vardı, kafasını kurcalayan. Acaba annelik görevini layıkıyla yerine getirmemiş, oğluna gerektiği kadar ilgi göstermemiş miydi? Aslında çok fedakar bir anneydi. Öyle ki bugün 2 yaşına giren oğlu Kamuran’a hamile kaldığını öğrendiği günden bugüne kadar neredeyse doğru düzgün bir uyku bile uyuyamamıştı. Kah evde ateşler içinde yatan oğlunun başında sabahlamış, kah hastane odalarında kederli geceler geçirmişti. Kamuran hasta ise o da hastaydı. O iyi ise kendisi de iyiydi. Varsa yoksa Kamuran. Hayatı tıpkı bir serum gibi Kamuran’a bağlanmış, o hortumdan akıyordu evladına, fedakarlıkla, kendini tüketircesine. Sanki bu dünyaya 40 yıl önce değil de, Kamuran’ın doğumuyla birlikte gelmiş, onu koruması için yaratılmış gibiydi. Sanki bu dünya sadece ikisinden ibaretti. Gülmek, gezmek, eğlenmek vs. gibi hiçbir şey yapmak gelmiyordu içinden. Adeta tüm hayatını ona adamıştı. Zaten annelik de bu değil miydi? Adanmak, emek, fedakarlık vs. hayatın geçici zevklerinden uzaklaştıran, arındıran her şey. Kısacası evladı için yaşamak, hayatını ona adamak.
Yemek, içmek uyumak gibi zaruri ihtiyaçlarını ise azıcık kenarından sıyırırcasına yettiği kadar karşılıyordu Mukaddes. Kocası Metin, çok sevdiği karısının bu durumuna çok üzülüyordu. Ancak daha fazla üzülmemesi için bir şey demiyor, onun bu hallerini görmezden geliyordu. Zaten bir şey dese bile bunun pek faydasının olmayacağını, aksine hanelerine huzursuzluk getireceğini bildiğinden, her şeyi akışına bırakmıştı. Zamanla kendisine geleceğini, bu zor günleri atlatacaklarını düşünüyordu. Şimdilik bu şekilde idare etmek en iyisiydi.
Mukaddes’in Kamuran’a hamile kaldığını öğrendiğinde çok sevinmişti genç karı koca. Sanki hayat onlar için yeniden başlamıştı. Mukaddes daha önce de hamile kalmış ancak bebek doğmadan hayatını kaybetmişti. Bu kez ise sağlıklı bir bebekleri olacağını düşünüyordular. Erkek olursa adını Kamuran koyacaklardı. Metin’in genç yaşta hayatını kaybeden büyükbabasının adıydı Kamuran. Böylece yüce Yaradan büyükbabanın yaşayamadığı günleri yılları, küçük Kamuran’a nasip ederdi de hayırlı uzun bir ömür sürerdi doğacak çocukları. Kız olursa da Nalan olacaktı ismi. Mukaddes’in geçen yıl hayatını kaybeden annesinin ismiydi Nalan. Geride kalanları, doğacak çocuklarda yaşatmak. Onlara duyulan özlemin, kalplerdeki sevginin emaresi, masum bir merasim.
Hayat, tıpkı yokuş aşağı yuvarlanan bir tekerlek misali durdurulamaz gördüğü hiçbir şeye odaklanmadan, arkasında da acılar, sevinçler, hayal kırıklıkları ve umutlar bırakarak ilerliyordu.
Bir sabah yoğun bir mide bulantısıyla uyanmıştı Mukaddes. Her hamilelikte olabilecek bir durum olduğunu düşünerek kocasına sabah bundan bahsetmemişti. Gün boyu seyrek de olsa devam eden mide bulantısı ile beraberinde ağrılar da başlayınca akşam durumu Metin’e anlatmıştı. Metin de arkadaşı Dr. Ertuğrul’u arayıp bilgi verince, onun tavsiyesiyle ertesi sabah hastaneye gitmeye karar vermiştiler.
Dr. Ertuğrul, Metin’in çocukluk arkadaşıydı. Aynı mahallenin varlıklı iki ailesinin çocuklarıydılar. Beraber büyümüş, liseye kadar aynı okullarda okumuştular. Liseyi bitirdikten sonra girdikleri üniversite sınavında başarılı olarak aynı üniversitenin Metin mimarlık, Ertuğrul ise tıp fakültesini kazanmıştılar. Kader onları üniversitede de ayırmamıştı. Okulu bitirdikten sonra Metin babasına ait şirkette çalışmaya başlamış, Ertuğrul ise küçük bir ile doktor olarak tayin edilmişti. En uzun ayrılıkları bu olmuştu. Girdiği uzmanlık sınavlarında başarılı olan Ertuğrul, birkaç yıl sonra Kadın Doğum Uzmanı olarak dönmüştü İstanbul’a. Çok sık olmasa da fırsat buldukça ailecek bir araya gelir, kaderin bu jestinin tadını çıkarırcasına birlikte vakit geçirirdiler.
Sabah erken uyanmıştılar. Dr. Ertuğrul akşam telefonda bazı tetkikler isteyeceğini söylediğinden Mukaddes bir şey yememiş, Metin de karısına ayak uydurunca hastaneye gitmek üzere evden çıkmıştılar. Hastaneye girdiklerinde önce hasta kabul bölümünden fiş almış, ardından da Dr. Ertuğrul’un muayenehanesinin önündeki boş koltuklara oturarak sıralarının gelmesini beklemiştiler. Muayenehane kapısının üstündeki ekranda isimlerini görünce ağır adımlarla içeri girmiştiler. Onların içeri girdiğini fark eden Dr. Ertuğrul, ayağa kalkıp karşılamıştı çok sevdiği arkadaşı ve eşini. Bir hürmet belirtisi olarak onlar oturduktan sonra o da koltuğuna geçip oturmuştu. Birkaç dakikalık hal hatır sorma faslından sonra şikayetlerini anlatmasını istemişti Mukaddes’ten. Daha sonra da ultrason odasına almıştı endişeli karı kocayı. Ucuna jel sürdüğü cihazı hastasının karnında gezdirip bebekle ilgili bilgiler vermişti aynı zamanda. Daha önce minik yavrularının kalp atışlarının müjdesini veren cihaz bu kez hayatlarının en kötü haberlerinden birini verecekti durumdan habersiz Mukaddes ve Metin’e. Bir taraftan ucuna jel sürdüğü cihazı Mukaddes’in karnında gezdiren doktor, diğer taraftan da hiçbir ayrıntıyı atlamamak için gözünü ekrandan ayırmamıştı. Doktorun bu abartılı dikkati Metin ve Mukaddes’in de gözünden kaçmamıştı ancak doktorun motivasyonunu bozmamak için sessizce işini bitirmesini beklemiştiler. Doktor ultrason çıktısını aldıktan sonra odadan çıkıp masasına geçmiş, birkaç dakika sonra da Metin ve Mukaddes yine doktorun karşısındaki koltuklarda, bu kez ne söyleyeceğine odaklanmış bir halde beklemiştiler. Muayene sonucunda tespit ettiği sıkıntıları anlatan doktorun ağzından çıkan kelimelerin ağırlığı ezmişti ikisini de. Bir kurşun gibi delmişti adeta. Öyle ki doktorun sözleri havada asılı kalıyor, bu anın yarattığı hayal kırıklığından sıyrılıp kendilerine gelmelerine mani oluyordu. Tekrar tekrar sormuştular, her sorularına ayrıntılı cevap almıştılar. Doktor Ertuğrul tahlili de isteyeceğini ancak ultrason cihazından görebildiği kadarıyla bebeğin organlarının gelişmediğini tespit ettiğini söylemişti. Bu durumda bebeği almaları gerekebilirdi. Aksi takdirde çok sıkıntılı bir hamilelik dönemi ile birlikte Mukaddes’in hayatının da tehlikeye girebileceğini anlatmıştı. Doğrusunu Allah bilirdi ancak doğsa bile çok yaşama şansı olmayabilirdi.
Evet doktor onlara böyle söylemişti söylemesine de onlar ultrason cihazının bozuk olabileceğinden başka bir cihazda da muayene etmesini rica etmişlerdi doktordan. Ultrason cihazının bozuk olmadığını bilmesine rağmen dostlarının kırılmasını istemeyen Ertuğrul, önce kan örneği vermek üzere laboratuara göndermişti onları. Ardından da başka bir odada bulunan ultrason cihazıyla yeniden muayene etmiş, ancak farklı bir bulguya rastlamadığından daha önce söylediklerini tekrarlamıştı. Doktorun bu ikrarı onları yıkmıştı. Üzgün bir şekilde hastaneden ayrıldıktan sonra doktorun yazdığı reçetedeki ilaçları yol üzerindeki bir eczaneden alarak evlerine dönmüştüler. Eve döndüklerinde evde matem havası olmuştu. Mecbur olmadıkça konuşmamışlardı birbirleriyle. Sanki konuşmasalar, sanki doktorun söylediklerinden bahsetmeseler, doktorun söylediği şeyler geri gidecek, hayat kaldığı yerden devam edecekmiş gibiydi. Akşam Metin’i arayan Ertuğrul, kan tahlillerinin de çıktığını, bebeği alma konusunda acil karar vermelerini söylemişti.
Metin telefonu kapattıktan sonra içten içe sıkılarak, üzülerek Dr. Ertuğrul’un telefonda anlattıklarından bahsetti Mukaddes’e. Metin’in anlattığı şeylere hiçbir şey demedi. Mukaddes’in bu sessizliği aynı zamanda bebeği doğuracağına ilişkin kararlılığının da bir belirtisi olmuştu. Mukaddes’in bu kararlılığını gören Metin, bu durumu Ertuğrul’a da ileterek, onun da yönlendirmesiyle başka hastanelerde tecrübeli birkaç doktora daha muayene ettirmişti Mukaddes’i. Gittikleri doktorlar da Ertuğrul ile ağız birliği etmişcesine bebeği almaları gerektiğini söylemişti. Artık durum çok netti. Çok fazla zorlamanın da anlamı yoktu. Şimdi bir karar vermeleri gerekiyordu. Bu nedenle birkaç gün düşünmüştü Mukaddes. Bebeği aldırırsa günaha girmiş olur muydu? Yoksa çok yaşamayacağı söylendiğinden iyilik mi etmiş olurdu bebeğine? Hem nerden biliyordu ki çok yaşamayacağını? Hastalığı veren Allah elbet şifasını da verirdi dilerse. Hayır aldırmak cinayet olurdu. Bir süre önce kalp atışlarını dinlemişti ultrason cihazında. Bir kalbi olduğunu öğrenmişti bebeğinin. Bir kalbi olduğunu, kalbinin attığını bildiği halde hayatına nasıl son verebilirdi ki? Bunu yapmaya hakkı olmadığına, bebeğinin katili olmak istemediğine karar vermişti. Bu düşüncesini Metin ile de paylaşmış, bebeği doğurmak istediğini, bunun da bir imtihan olduğunu, hastalığı veren Rabbinin şifasını da vereceğini söyleyerek, hayatını tehlikeye sokmadıkça bu hamileliği devam ettirmeye karar verdiğini anlatmıştı kocasına. Metin, Mukaddes’in son günlerdeki düşünceli ve suskun hallerinden kararının bu yönde olacağını zaten anlamıştı. Aslında kendisi de bunun dini yönden sakıncalı bir durum olduğunu biliyordu ancak karısının hayatından endişe ettiğinden istemese bile kabul etmek zorunda kalmıştı Mukaddes’in kararını. Mukaddes’in çok kararlı bir karaktere sahip olduğunu biliyordu. Hele ki onun hayatını ilgilendiren bir konuda asla fikrini değiştirme çabasına girmemeliydi. Yalandan da olsa kendisinin de aynı fikirde olduğunu söylemişti karısına. İşte bu kararı verdikten kısa bir süre sonra doğacak çocuğun erkek olduğunu, yani Kamuran’larının doğacağını öğrendiklerine çok tuhaf duygular hissetmiştiler.
Bebeklerine daha önce planladıkları üzere Metin’in genç yaşta hayatını kaybeden büyükbabası Kamuran’ın ismini vereceklerdi. Yani o da büyükbabası gibi misafir olacaktı bu dünyada kısa bir süreliğine. Aslında herkes misafir değil miydi bu fani dünyada? Kime yurt olmuş ki şu fani alem? İşte böyle düşüncelerle, belki de tüm olumsuzlukları bir nebze olsun unutmak için çocuk bekleyen her ebeveyn gibi davranmaya, yaşamaya karar vermiştiler. En ünlü mağazalardan en iyi mobilyaları, oyuncakları, giysileri vs. ürünleri almıştılar yavrularına; sağlıklı doğacak, ebediyyen yaşayacakmış gibi. En güzel eşyalarla doldurmuştular Kamuran’ın odasını.
Günler, haftalar, aylar… Su gibi akıp geçmişti. Mukaddes’in hamileliği genel anlamda iyi gitmişti ufak tefek sancılar dışında. “Hamilelik zor olacak” diyen doktorların bu hususta yanıldıkları gibi, çocuğun hasta olduğu ve fazla yaşamayacağına dair düşüncelerinde de yanılabileceklerini düşünerek, umutlanmıştı sağlıklı bir çocuk doğuracağı hususunda Mukaddes.
Her şey seyrinde ilerliyorken bir akşamüstü –henüz doğuma 2 ay varken- Mukaddes bacaklarının uyuştuğunu ve midesinin bulandığını hissetmiş, ardından da kontrolsüz bir şekilde kusma isteği gelince de kendini zar zor tuvalete yetiştirmişti. Tuvaletin kapısında bekleyen Metin’in yardımıyla elini yüzünü yıkamıştı. Karısının solgun yüzünden bir terslik olduğunu anlayan Metin, Doktor Ertuğrul’u arayıp durumu izah etmişti. Ertuğrul, Metin’i dinledikten sonra sıkıntılı bir durumun varlığına binaen hemen hastaneye gitmelerini, kendisinin de hastaneye geçeceğini söylemişti. Hızlı bir şekilde hazırlanıp yavaş adımlarla çıkmıştılar evden. Arabanın arka kapısını açan Metin, durumun nazikliği nedeniyle yavaş hareketlerle karısını arka koltuğa oturtmuş, daha sonra da elleriyle karısının ayaklarını arabaya koymasına yardımcı olmuştu. Yaklaşık 15 dk sonra hastanenin kapısında bir sedye karşılamıştı kendilerini Doktor Ertuğrul’un talimatı üzerine. Sedyeye bindirilirken yine kusmuştu Mukaddes. Kasılmaları da çoğalmıştı.
Anlaşılan Kamuran bebek çabuk gelmek istemişti –çok kalmayacağı- dünyaya. Hemen muayene odasına almıştılar Mukaddes’i. Metin aradığında hastaneden yeni çıkmış olan Ertuğrul, telefonu kapatır kapatmaz aracın yönünü hastaneye doğru çevirerek, birkaç dakika sonra henüz Metin ile Mukaddes gelmeden varmıştı hastaneye. Dr. Ertuğrul’dan yaklaşık 15 dk sonra da Metin ile Mukaddes gelmişti hastaneye.
Doktor, muayene ettikten sonra doğumun hemen olabileceğini söyleyerek Mukaddes’in doğumhaneye alınması talimatını vermişti. Doğumhane boş ve soğuktu. Mukaddes’te hafif kasılmalar olmaya devam ediyordu. Birkaç dakika içinde doktor, anestezi uzmanı, hemşire ve yardımcı sağlık personelleri de gelmişti ameliyathaneye. Operasyondan önce herhangi bir tehlike anında müdahale edebilmek için kan alınmıştı Mukaddes’ten. Ardından da anestezi uzmanı tarafından damar yolundan narkoz verilmişti anne adayına. Bu esnada karmaşık duygular içerisindeydi Mukaddes. Gözleri tavanda, hafızası uzaklardaydı. Bilinci yavaş yavaş kapanmış ve narkozun etkisiyle kendinden geçmişti. Zaten sonrasını da hatırlamıyordu. Başarılı bir operasyondan sonra hastane odasına alınmış, anestesi uzmanının refakatinde uyandırılmıştı Mukaddes.
Uyandığında hastane odasında Metin, Doktor Ertuğrul ve bir hemşire vardı başucunda. Narkozun bebeğe zarar vermemesi için uyutma işlemi yapılır yapılmaz cerrahi müdahaleye başlandığı, başarılı bir operasyondan sonra da kendisinin şimdi uyandırıldığı anlatılmıştı Mukaddes’e. Neden doğum yapan her anne gibi bebeğini kucağına alıp sevemediğini, sütünü veremediğini sormuştu. Sorduğu soruların cevabını aslında kendisi de biliyordu ancak annelik böyle bir şeydi demek ki. Öyle bir duygu ki gerçekler bile bu duygunun karşısında “ateşe maruz kalan demirin erimesi gibi” kaybediyordu gerçeklik niteliğini. Evet o bir anneydi. Başarılı bir operasyon sonucunda minik yavrusunu dünyaya getirmiş ancak henüz kucağına alamamış, koklayamamıştı gönlünce.
Bebeğin prematüre olduğu, bu nedenle de yoğun bakımda kalması gerektiği, iyi bir tedavi sonrasında biraz gelişim sağladıktan sonra bebeğini alıp evine götürebileceği söylenmişti Mukaddes’e. Organları ve bağışıklık sistemi olması gerekenden daha az gelişmişti. İstemese de durumu kabullenmek zorunda kalan Mukaddes birkaç gün hastanede kaldıktan sonra taburcu olmuştu. Ancak bu süre zarfında her gün belirli saatlerde bir sağlık görevlisi tarafından küçük Kamuran annesine getirilmiş, anne sütü alması sağlanmıştı. Bebeğini her kucağına alışında aynı duyguları hissetmişti Mukaddes. Annelik çok kutsal bir duyguydu. Elbette Yüce Allah’ın bahşettiği en kutsal duygu olan annelik duygusunu derinden hissetmişti ancak bununla birlikte derin bir vicdan azabı ve suçluluk duygusu da sarmıştı Mukaddes’i. Sebebi ise bebeğin çok fazla yaşayama ihtimalinin olmadığı söylenmesine rağmen, bunu kabul etmeyerek bebeğini doğurma hususunda ısrar etmesiydi. Yine de Kamuran’ı her kucağına alışında bir an bile olsa unutmuştu bu suçluluk duygusunu.
Hastanedeki tedavi süreci sona eren Kamuran bebek; anne ve babasına, çok dikkatli olmaları, kontrollerinin ve tedavilerinin aksatılmaması tembihlenerek taburcu edilmişti. Asıl sıkıntılar taburcu olup evlerine döndükten sonra başlamıştı. Uykusuz geceler, derin düşünceler. Tüm bunların yanında düzensiz uyku ve beslenme dengesini bozmuştu Mukaddes’in. Metin’in ısrarla bir psikiyatriste gitme teklifini de, hiçbir şeyi olmadığını, Kamuran iyi olduğunda kendisinin de iyi olacağını söyleyerek kabul etmemişti. Sürekli vicdan azabı çekiyordu. Duygularını tatmin etmek amacıyla fazla yaşayamayacağı söylenen bebeği doğurmakta ısrar ederek bencilce davranmıştı. Başka bir açıklaması yoktu bu durumun. Yaşadığı bu vicdan azabı içinde bir ateş topuna dönmüş, yakmıştı, eritmişti Mukaddes’i. Bu arada zaman da akıp geçmiş ancak Kamuran bebek yeterince gelişmemişti. O da erimişti adeta zamanın yakıcı etkisinde.
Şimdi de 2 yaşına girmişti minik Kamuran. Tamı tamına 2 yıl geçmişti. Hasta, yorgun ve güçsüz. Acı çeken, etrafına da acı veren 2 yıl. 1. Yaş gününü kutlamamışlardı. 2. sini de kutlamayacaklardı muhtemelen. Olmayan yaşın günümü kutlanırmış. Ne acıymış bir anne baba için çocuğunun doğum gününü kutlayamamak. Mukaddes’in, Kamuran’a hamile kaldığı haberini aldığı günden itibaren yakın akraba ve arkadaşlarıyla olan ilişkileri de zayıflamış, şimdilerde ise tamamen soyutlamıştı kendisini sosyal çevresinden. Arada bir de olsa parkta veya yolda yürürken rastladığı; çocuğunun elinden tutmuş, sağlıklı çocukları olan annelere çok imreniyordu. Ancak en karamsar anda bile şükretmekten geri kalmıyordu. Onun imtihanı da bu olsa gerekti. Yüce Allah bizi türlü türlü musibetlerle hatta nimetlerle imtihan ederdi. Kimini yokluk, kimini varlıkla; kendisini de evladıyla imtihan ediyordu. İnsan yarın ne olacağını da ne zaman öleceğini de bilemez. O sadece kadere iman etmiştir. Kader de her daim hükmünü uygular. İnsana düşen elinden gelen çabayı sergilemek ve sabrederek takdiri Allah’a bırakmaktı. Yüce kitapta musibetler karşısında sabredenlerin mükafatlandırılacağına dair birçok ayet vardı. İşte içine düşen her umutsuzluk damlasını bu düşüncelerle kovuyor, böyle düşünerek de imanını sağlam tutmaya çalışıyordu. Allah ona hasta bir evlat verdiyse elbet vardır bunda da bir hayır. Şüphesiz irade dışında gelişen tüm olaylarda da nice hayırlar saklıdır. O kadar dua ediyordu ki, karanlıkta yürüyen topal karıncanın bile ayak sesini duyan Rabbi elbet onun da sesini duyuyordu ve dualarını da kabul edecekti.
Böyle düşüncelere daldığı bir an Kamuran’ın kesik nefeslerle birlikte tuhaf sesler çıkardığını fark etti. Ona doğru eğilmesi ile çığlık atması bir oldu. Mukaddes’in minik yavrusu nefes almakta zorlanıyordu. Gözlerini manasız bir şekilde tavana dikmiş, sanki annesine küsmüş, onunla konuşmak istemiyordu. Zaten hiç konuşmamıştı bugüne kadar ancak bu bakışlarla konuşma yetisi olsa bile konuşmayacağını haykırıyordu annesine. Mukaddes hemen Metin’i aradı. Evden yeni çıkmış olan Metin karısının telefonda feryat figan bir şeyler anlatmaya çalışması üzerine bir şeylerin ters gittiğini anlamış, söylenen sözler içerisinde tek anladığı “Kamuran ölüyor” sözü olmuştu. Mukaddes konuşmuyor, feryat ediyordu. Bunun üzerine Metin “sakin ol lütfen, hemen bir ambulans gönderip ben de eve dönüyorum” diyerek Mukaddes’in telefonu kapatmasını beklemeden kendisi kapattı ve ani bir şekilde frene basarak durdurdu arabasını. Hemen 112’yi aradı. Telefonu açan görevliye durumu izah edip evin adresini verdi. Ardından da aracın yönünü eve doğru çevirdi ve gazı kökleyerek eve doğru ilerledi. Metin çok korkmuştu. Evladı için çok üzgündü ancak karısının durumunu düşününce ona da bir şey olur korkusunu, tedirginliğini yaşıyordu. Bu olumsuz duyguların onu ele geçirmesine izin vermemek için kovdu bu düşünceleri kafasından. “Şimdi eve varacaktı ve sağlık ekipleri geldiğinde her şey yoluna girecekti” Bu düşüncelerle kısa bir sürede vardı eve. Eve yetişmesi ile ambulanstan inen sağlık görevlilerinin eve yönelmesi bir olmuştu. Mukaddes perişan bir halde kapıyı açıp içeri aldı sağlık görevlilerini. Görevlilere Kamuran’ın odasını gösterdiği sırada da bağırarak, “oğlum ölüyor, lütfen kurtarın onu” diyerek feryat ediyordu. Görevlilerden biri Mukaddes’e; sakin olmasını, ellerinden geleni yapacaklarını söylerken, doktor da hasta çocuğun odasına geçmiş, minik Kamuran’ın nabzını ve kalp atışlarını kontrol ediyordu. Solunumunun ve nabzının çok sıkıntılı olduğunu anlar anlamaz da suni teneffüs yapmaya başladı doktor. Eli kolu bağlı bir halde olan Mukaddes kapının girişinde çökmüş, çaresizlik içerisinde, adeta nefes bile almadan doktorun Kamuran’a müdahalesini izliyordu. Doktor sol eli ile Kamuran’ın burnunu kapatmış, sağ eli çenesinin altında hava üflüyordu minik yavruya ancak Kamuran cevap vermiyordu bu davete. Metin de odanın bir köşesine sinmiş gözünde yaşlarla doktorun hareketlerini izliyordu. İnsanın içini acıtan, yüreğine dokunan bir sahne vardı minik Kamuran’ın odasında. Suni teneffüsten bir sonuç alamayan doktor minik yavruya son bir umutla kalp masajı yapmaya başladı. Bir, iki, üç, dört, beş ………. Dönmüyordu Kamuran. Karar vermişti öte tarafa gitmeye, asıl yurduna. Zaten dünyayı da çok sevmemişti. Acıdan, ağrıdan başka bir şey vermemişti bu dünya Kamuran’a. Kim severdi ki böyle bir dünyayı. Anne ve babası da bu acı sonu yakın zamanda yaşayacaklarını bilmelerine rağmen, o anın hiç gelmeyeceğini umarak yaşamış, bunu bir türlü kabullenmemiştiler. Doktorun hastayı döndürme çabalarının boş olduğunu bilen Mukaddes daha fazla dayanamayarak “doktor bey lütfen oğlumu daha fazla incitmeyin, zaten bu dünyada rahat bir gün görmedi, bırakın da son nefesini rahat versin” dedi. Aslında doktor da hastayı kaybettiğini biliyordu ancak çaresiz bir anne ve babanın nezaretinde müdahale ettiği bir hastanın ölüm onayını beklercesine çabalamıştı son ana kadar, nafile. Annenin bu acı sözleri üzerine hastanın üzerini örterek geri çekildi doktor ve diğer görevliler. Oğlunun yanına gelen Mukaddes onu kucağına almak isteyince Metin ve diğer sağlık görevlileri buna engel olmak istediler. Mukaddes’in “lütfen karışmayın bana, bırakın da son kez kucağıma alıp doyasıya sarılayım, koklayayım yavrumu” yakarışlarına kayıtsız kalamadılar ve onlar da acılı anneyi müteveffa yavrusuyla baş başa bıraktılar.
İşte son kez Kamuran’la birlikteydi Mukaddes ve Metin. Kamuran’ı kucağına alan Mukaddes, saçlarını okşadı, öptü, kokladı. Başını Kamuran’ın boynuna gömerek kokladı, derin derin nefes aldı, nefes alamayan yavrusunun yerine de alırcasına. “Aç gözlerini yavrum! Konuş benimle! Neden konuşmuyorsun, yoksa küstün mü sen bana? Cennet kokulum, günahsız, meleğim benim. Sen şimdi cennette bir melek olup kıyamet günü anne ve babana şefaatçi mi olacaksın güzel yavrum? Doğduğun günden beri hep acı çektin. Ben sebep oldum hepsine Kamuran’ım. Benim yüzümden oldu her şey. Ben ısrar etmeseydim bu acıları yaşamayacak, öte dünyada bir melek olarak kalacaktın. Ben şimdi bu vicdan azabıyla nasıl yaşayacağım. Allah’ım ne olursun beni de al Kamuran’ımın yanına” sözleri odada bulunan herkesi ağlatmıştı. Mukaddes bu sözleri söylerken ağlamıyordu. İçini döküyordu oğluna, gönlünü alıyordu. Gerçekten de oğlunun kendisinden küstüğünü düşünüyordu. Kamuran’ın hasta doğacağı henüz anne karnındayken doktorlarca tespit edilmişti. Hamileliğin sona erdirilmemesi halinde Mukaddesin de hayatının tehlikeye gireceği ısrarla söylenmesine rağmen, Metin’i ve doktorları dinlememiş, kaderine razı bir şekilde çocuğunu doğuracağını söylemişti.
Kamuran’ın henüz ölmeden önce manasız bir şekilde tavana baktığı hali geldi aklına. Evet, küsmüştü kendisine Kamuran. İşte bu yüzden vicdan azabı çekiyordu Mukaddes. Şayet doktorların dediğini yapsaydı, Kamuran bunları yaşamak zorunda kalmayacaktı. Kendisi de kalan ömrünü pişmanlıkla geçirmek zorunda kalmayacaktı. Şimdi nasıl dayanacaktı bu vicdan azabına, nasıl yaşayacaktı her an bunu düşünerek? Bir ömür pişmanlıkla, vicdan azabıyla, suçluluk duyarak nasıl geçerdi? Bir anne nasıl dayanırdı böyle bir acıya? Her anne evladını yitirebilirdi de kaç tanesi ömrünü vicdan azabıyla devam ettirebilirdi. Kafasında bu düşüncelerin yoğunlaştığı bir anda odanın bir köşesinde sessizce ağlayan Metin’in de dikkatini çekercesine oğlunun kulağına eğilip Kelime-i Şehadet getirdi, ardından da alnına bir öpücük kondurup yatağına yatırdı. Böyle yaparak son nefesini huzur içinde vermesini sağladığını düşünmüştü oğlunun. Belki de bir nebze bile olsa vicdan azabını dindirircesine. Aslında bu hareketiyle hayatının geri kalanında yaşayacağı derin bir pişmanlığın kapılarını açmıştı.
SON
Bir başkasının yaşamı hakkında karar verme zorunluluğu yani annelik yani ne yaparsan yap vicdan azabı. Meramını çok çarpıcı ve başarılı anlatmış, yeniden düşündüren bir öykü. Sanırım hep aklımda kalacak