Şahin Sınır, ilk romanı Ahlat’ın Hayaleti ile okurlarıyla buluştu. Aslında okuyacağınız incelemeye, doğrudan doğruya bu alelade bilgiyle başlamak pek çok açıdan doğru ve yeterli değil. Çünkü Ahlat’ın Hayaleti, gerek Sınır’ın ilk romanı olması nedeniyle; gerekse de muhtevası itibariyle çok daha gösterişli bir ilk sunumu hak ediyor. Wittgenstein’ın sözünü ettiği “Dilimin sınırları, evrenimin sınırlarıdır” çıkarımını cebimize koyup kendimizi güvenli alanda tutmaya çalıştığımız kadar, bu evrenin sınırlarını olabildiğince zorlamak gerekliliğini de aklımızda tutmamız gerekiyor. Her ne kadar “her okuma, yanlış bir okuma” olsa da söz konusu metin, içerdiği derinlik, sosyo-politik kavramlar üzerine bina ettiği kurgu, yarattığı yeni dil ve barındırdığı anlatım tekniği açısından bize dilimizin sınırlarını zorlamayı bir anlamda dayatıyor. Aksi takdirde metni enine boyuna incelemiş ve olabildiğince doğru aktarmış olma saadetinden mahrum kalacağımızın bilincinde olmalıyız.
Sınır bu romanda bizi Anadolu’nun kadim yerleşim yerlerinden biri olan Ahlat’a götürürken esasında hep sözünü ettiğimiz o meşhur bin yıllık devlet geleneğimizin beslendiği suyun membaına yolculuk ettiğimizi de çok geçmeden anlamamızı sağlıyor. Bir başka deyişle yazar, “yerel düşünüp ulusal hareket ediyor.” Doğrusunu isterseniz en başta yazarın bu cüretini takdir ederek işe başlamak gerekir kanaatini taşıyorum. Çünkü Sınır, hepimizin sistematik olarak inandırıldığı görkemli bir devlet ve toplum dinamiğinin defolarını masaya yatırırken, okurunun kurgusal bir metin okuyor olmaktan çok, bizzat kendisinin de palazlanıp vücut bulduğu o bataklığa daha yakından bakmasını istiyor. Hatta, istemekle kalmayıp bunda oldukça da başarılı oluyor. Çünkü yazar, bir an olsun elinizden bırakamadığınız anlatının içeriğine öylesine yaratıcı mizah öğeleri sokuyor ki kendinizi bir anda yüksek sesle gülerken buluyorsunuz. Ne var ki birkaç paragraf sonra esasında gülmenize yol açan o eleştiriden kendinize de pay çıkarma lüzumu duyuyor ve biraz da utançla kendinize geliyorsunuz. İlk bakışta bazı betimlemeler eğreti duruyor gibi gelse de bir süre sonra yazarın dili sizi öylesine sarıp sarmalıyor ki edebiyat geleneğimizde benzerine çok da rastlayamayacağınız bu üslubu kucaklayıp bağrınıza basasınız geliyor. Yazar bu açıdan bakıldığında ortaya yeni bir dil çıkarmakla kalmıyor pek çoğumuzun edebiyat denince aklına gelen çerçeveyi de bir hayli genişletmiş oluyor. Bu bakımdan, “Bu mu şimdi edebiyat!” tepkisi verecek olan okurlara bir hatırlatma yapmakta fayda görüyorum. İngiliz yazar H. G. Wells çağının yaygın edebiyat temalarının bir anda öylesine dışına çıkmıştı ki, herkesin aşk, açlık, savaş, aile gibi konuları okuyageldiği bir dönemde ‘zamanda yolculuk’, ‘uzaylı istilası’ gibi konulara yer vermeye başlamıştı. 19. Yy sonu 20. Yy başında bu alışılagelmişin dışındaki edebiyat örneğine karşı takınılan tavrı tahmin edersiniz. “Bu mu şimdi edebiyat!” diyenler hiç de az değildi. Oysa Wells içinde bulunduğumuz çağa dahi ilham veren, milyarlarca dolarlık film ve reklam endüstrisine yol gösteren bir gerçeği haber veriyordu. Bu yönüyle Sınır’ın çabasını görmezden gelmek doğru olmaz.
Ahlat’ın Hayaleti bize sadece yeni bir dil de sunmuyor üstelik. Toplumsal ve kültürel olarak çok aşina olmadığımız bir hayalet imgesini de ustalıkla işliyor. Dünya edebiyatında seçkin örnekleri bulunan hayalet kavramı bize oldukça yabancı sayılır. Oysa yazar bu açıdan “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” konumuna düşmek pahasına söz konusu imgeyi getirip Anadolu’nun bağrına yerleştirip ona hayat verirken bir yandan da “kültürler-arasılık” diyebileceğimiz bir perspektife çağırıyor bizleri. Juan Rulfo’nun, Marquez’in “Büyülü Gerçekçiliği”ni Anadolu öğeleriyle buluşturup tadına doyulmaz bir anlatı sunuyor okurlarına. Böylelikle “Hayalet Meliko” edebiyat dünyamızın en nadide karakterlerinden birisi haline geliyor.
Bizde anlatının kendisi çoğu zaman yaratılan karakterleri gölgeler yahut arka plana iter. Bir anlamda metnin kendisi hatırlanırken olayın kahramanı sadece anlatı evreninin bir parçası olarak kalır. Elbette Zebercet gibi, Kuyucaklı Yusuf gibi örnekler de yok değil. Lakin “Meliko” gibi gerçeklikle düş arasına sıkışmış, varlığı, yokluğu, özellikleri hep bir sorgulamaya açık olan, kısacası günün sonunda “hayalet” olarak tasvir edilen bir karakterin böylesine derinlikli, kanlı canlı ve kendine has bir şekilde yaratılmış olması Sınır’ın önemli bir başarısı olarak çıkıyor karşımıza. Roman karakterleri için bir Oscar ödül töreni düzenlense “Meliko” pek çok dalda ödüle aday gösterilirdi diye düşünüyorum. En insansı karakter, en kötücül karakter, en masum karakter, en ilgi çekici karakter, en iyi çıkış yapan karakter gibi başlıklarda sezona damgasını vurur günlerce gündemi meşgul ederdi. İşin şakası bir yana, Meliko aslında tek bir kişi değil. Bir prototip. O, yücelttiğimiz devlet geleneğimizin, toplumsal kusurlarımızın var ettiği; her gün nasıl eğitileceğini, nasıl yargılanacağını, nasıl yaşayacağını, nasıl öleceğini, nasıl evleneceğini, nasıl alışveriş yapacağını kısacası varlığını nasıl sürdüreceğini tartıştığımız; haber bültenlerinden tutun evlilik programlarına, pastanelere, kahvehanelere, stadyumlara kadar bize ait olan her yerde gördüğümüz milyonlarca kişi aslında. Metinde bir hayalet olsa da düpedüz gerçek, canlı, aramızda dolaşan bir tür. İnsani hassasiyetleri de var, kusurları da. İçinde iyiliği de gezdiriyor, kötülüğü de. Biraz sarışın, biraz esmer örneğin. Biraz doğulu biraz da batılı. Hadi daha açık konuşalım, Meliko aslında Anadolu insanının kendisi. Biraz görgüsüz, biraz görgülü. Bir miktar eğitimli, biraz da cahil. Yani Meliko birazcık bu yazıyı okuyan siz, biraz da ben. Onu benzersiz yapan da bu özelliği.
Roman, içtimai hayatımızı işgal etmiş olan Meliko’ların varlığını haykırırken, Melikoları yaratan dinamikleri de cesaretle tartışmaya açıyor. Üstelik yazar bunu yaparken cetveli elinde duran bir öğretmen gibi didaktik bir tutumla okuruna yukarıdan bakmamayı da başarıyor. Pek çok kavrama göndermede bulunurken ölçüyü tutturuyor ve kantarın topuzunu hiç kaçırmıyor. Olay örgüsü aktarılırken geçmişte miyiz, şu anda mıyız gibi bir kafa karışıklığına ise hiç düşmüyorsunuz. Öyle ki, anlatı akarken siz de okur olarak anlatıcı Cem’le birlikte kah o tavan arası dairede kah başkente giden arabanın içinde hissediyorsunuz kendinizi. Yazar, okurunun elinden tutup onu zihninin en derin yerlerine götürüp getiriyor ve açık söylemek gerekirse kitap bittiğinde gerçekte olduğunuz yere geri dönmekte zorlanıyorsunuz.
Metnin yarattığı en canlı karakter Meliko da değil üstelik. Olayın anlatıcısı olan Cem de en az Meliko kadar yakınlaşabileceğiniz, kendinizden bir şeyler bulabileceğiniz birisi. Her ne kadar kökeni, geçmişi, ailesi gibi konularda çok bilgilendirilmesek de tüm bunlardan bağımsız yanı başımızda oturan canlı bir karakter. Toplumumuzun bir diğer yarısı da o. Eğitimli, insan olmanın derinliğine ulaşmak isteyen, kurulu düzende kendisine yer edinmekte güçlük yaşayan, hayatını ve başkalarının hayatını anlamlandırma telaşına düşmüş ve tüm bu olan bitenin kıyısında akıl sağlığının dahi yerinde olup olmadığından şüpheye düştüğünüz birisi. Yani bu kitabı okuma feraseti gösterecek olan çoğumuz. Bir anlamda iki kutuplu toplum düzenimizin bir türlü arzuladığı ya da olması gereken mertebeye çıkamamış tarafı. Aydın vicdanı taşıyan ama kendi iç dünyasını bile kurtarmakta zorlanan birisi. Karşı kutbun karanlığında boğulmak üzere olan, gücü yerleşmiş ön kabulleri parçalamaya yetmeyen acınası bir karakter. Meliko’nun karanlığını ve acımasızlığını yaratan erkin aynı zamanda Cem’in aydınlığını ve acınasılığını da yaratan denklemi nasıl var edebildiği sorusunu çözmenin ne ölçüde güç olduğunu fark etmekse en sonunda okurun kendisine acımasına yol açıyor. Çünkü en son kertede siz de kendinizi Cem’le birlikte, elinizde açılması mümkün olmayan bir reçel kavanozuyla, tüm bu olan biteni devletin o soğuk yüzüne bakarak açıklamaya çalışmak zorunda buluyorsunuz. İtiraf etmek gerekirse ben o kavanozu açmayı başaramadım, peki siz başarabilir misiniz?
” Bu yazı mart 2020′ de Cumhuriyet Gazetesi Kitap ekinde yayınlanmıştır. “