Annem kendimi bildim bileli benden uzaktı. Oysa anneler en çok erkek çocuğuna düşkün derler ama bizim için hiçbir zaman öyle olmadı. Düşkün bir anne olmayı bırakın annemin beni sevip sevmediğini hiçbir zaman gerçekten anlayamadım bile. Bu sevgisizlik beni ondan iyice uzaklaştırmış olacak ki babam annemin vefat haberini verdiğinde hiçbir tepki veremedim, telefonun başında kalakaldım sadece. Annelerinin vefat haberini alanların ilk tepkisi bu muydu, bu mu olmalıydı? Ben bu olmadığına kesinlikle emindim.
Babam, annemin vefat ettiğini, ben gelmeden cenazeyi kaldırmayacaklarını söylüyordu. Dilimin ucunda kuru bir “Tamam, geliyorum.” Dedim. Gitmeli miydim ondan da emin değildim. Annem için değil de aslında babam için gidiyordum, bu tatsız gerçeğin de bilincindeydim.
Acele ile bir uçak bileti aldım. Dört saat nasıl geçti anlamadım. Aslında zihnim bomboştu. Hiçbir düşünmemiş, bir şeyler atıştırmış, dergileri kurcalamış ve pencereden gökyüzünü izlemiştim. Aşina olduğum bir görüntüydü. Yılda bir defa Türkiye’ye gelir, yirmi dört saat sonra da geri dönerdim. O da sırf babamı görmek uğruna. O olmasa bırakın bir gün kalmayı belki de hiç gelmezdim.
Eve vardığımda kapıyı akrabalardan biri açtı. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Benim ağlamadığımı görünce şaşırmış olacak ki tuhaf tuhaf yüzüme baktı. Belki de bir şok yaşadığımı düşünüyordu. İçeri geçtim. Salonun ortasına geldiğimde misafirler arasında babamı gördüm. Çökük, harap bir bina gibiydi. Gözleri ağlamaktan kızarmış, keder dolu bakışları vardı. Beni görür görmez boynuma sarıldı ve “Başımız sağ olsun, oğlum!” dedi ve sımsıkı sardı beni kollarıyla. Babamın beni her daim kolları ile sarmasına alışkındım da ağlamasına çok şaşırmıştım. Onu hep gülen yüzü ile görmüştüm annemin tam zıddı olarak. Bir de ne tuhaftır ki; annem için neden ağlıyor onu anlamlandıramıyordum çünkü ben hiçbir şey hissetmiyor ve ağlamıyordum. Pencere kenarındaki eski, ahşap, zümrüt rengi berjeri gösterdiler oturmam için. Oturmak içimden gelmedi çünkü o berjer tek bir kişiye ait olmuştu hep. Evde yaptığı işler dışında hep oraya oturmuş, kafasını pencereden yana çevirerek bütün gün dışarıyı izlemişti. Şimdi bile sanki hala orada oturuyor, yüzü pencereye dönük, dışarıyı izliyor gibiydi. İşte hayali oradaydı. Oturmam için çekiştirmelere duraksadığımı gören babam usulca kolumu tutup kanepeye oturttu. Gençlerden biri “Şok geçiriyor galiba!” dedi fısıltıyla. O fısıltı kulağımı deldi geçti, geldi yüreğime kondu. İçimdeki ses kendini dışa veremese de “Hayır, şok geçirmiyorum!” dedi, belki de haykırdı ama bir tek ben duydum. Bir de babam hissetti eminim. O hep hissederdi.
Kalabalık bir süre daha ağladıktan sonra cenazenin defni için mezarlığa gidilmesine karar verildi. “Oğlan, son bir kez anasını görsün.” Dedi koridordan gelen beyaz yazmalı, esmer, şişman kadın. “Gel, oğlum!” dedi. Görmek mi?! Annemi görmek mi?! Hayır, buna gerek yoktu. Ben zaten yıllar önce onun yüzünden gitmiştim, onu görmek isteseydim gelirdim değil mi? Dedim, dedim ama onu da duyan olmadı. Kendi içinde kayboldu gitti düşüncelerim, sesim. Babam yumuşak bir tonda “Hadi, gel oğlum. Son kez anneni gör.” Dedi. Hep böyle naifti babam. Konuşurken yumuşak bir dille konuşur ve benim de onu kırmayacağımı bilirdi. Kırmadım babamı, onun beni hiçbir zaman kırmadığı gibi. Oturma odasına geçtiğimizde odada ağlaşan kadınlar birer ikişer dışarı çıktı. O anda odada ikimiz tek kaldık. Babam ve ben. Benden bir hareket görmeyen babam usulca cenazenin üzerine eğildi ve üzerine örtülmüş beyaz örtüyü açtı. İşte, oradaydı. Her zamanki gibi. Gülmeyen bir yüz! Hiçbir şey yapmadığımı gören babam yavaşça geri üzerini örttü ve odadan çıktık.
Mezarlığa gitme biraz uzun sürdü. Hayır, annem öldüğü için bana uzun gelmedi, inanın. Büyükşehirde yaşamanın dezavantajları bunlar. İstediğiniz yere gitmeniz uzun sürüyor. Ben alışkındım gerçi istediğim kalbe hiçbir zaman ulaşamayacağımı anladığım günden beri bu yollar bana koymuyordu. Aksine yolda olmak bana huzur veriyor, manzaralar düşüncelere dalmamı engelliyor, aklıma gelen soruları derinlere bir yerlere gömüyordu.
“Hakkınızı helal ediyor musunuz?” sesi ile kendime geldim. İmam namazı kıldırmış, ölü adına helallik istiyordu.
“Helalllik mi? Hak mı? Ne hakkı vardı ki helal edecektim?”
Sus pus, hiç açılmayan ağzımla bitti defin işlemi. Hoca Yasin okudu, “Amin!” denildi. Defin için gelenler önce babama sonra bana baş sağlığı dileyerek teker teker gittiler. Kimse kalmadı. Bir ben bir babam her zamanki gibi. Herkes dağıldıktan sonra bir güç beni çekiyormuşçasına mezarın ayakucuna gittim ve çömeldim. İçimden hiçbir şey gelmiyordu. Ne ağlamak, ne isyan ne de bir cümle! Hiçbir şey! Oturdum ve bakakaldım sadece. Ben toprağa, toprak da bana bakıyordu. Omzuma dokunan el ile yüzümü döndüm. Babamdı. Her zamanki gibi. Bana dokunan, yanımda olduğunu hissettiren babam! Gözleri hala yaştı, ağlıyordu. Derin bir nefes aldı.
- Ona kızgınsın, biliyorum. Sakın kızma. Kızılacak biri varsa o da benim.
Babam ne diyordu, anlayamıyordum. Şaşırmıştım. Şaşırdığımı anlamış olacak ki devam etti:
- Biliyorum, kızgınsın ona. Seni sevmediği için, hiçbir zaman bir anne şefkatiyle ilgilenmediği için. Belki diyeceksin ki: Baba, bırak ilgilenmeyi ben elini kaldırıp beni dövmesine bile razıydım, yeter ki bir kere elini sürmüş olsun bana, değil mi?!
Yüzüme baktı. Bir şey dememi bekliyordu ama diyeceklerimi kalbimden, en derin yerden, o karanlık bölgeden zaten kendi bulup getirmişti dile. Ben daha ne diyebilir, daha nasıl anlatabilirdim?! Babam, her zamanki babam. Beni anlayan yegane insan.
- Onun bir suçu yok. Evet, kızmakta haklısın belki senin de suçun yok. Bunu da biliyorum ama bazen bilmek yetmiyor, inan evlat yetmiyor. Bildiğin halde fazlasını istiyorsun, görmek, konuşmak ve belki de sahip olmak. Durduğun noktadan öteye gitmek. İnce görünen çizgiyi aşmak ve olacakları kendi suçun olduğunun farkında olarak bir ömür sırtında taşımak. Şimdi diyeceksin babam ne diyor? Anlamıyorum. Anlatayım evlat, anlatayım. Ben anlatayım, sen dinle. O zaman kızacağın kişinin toprak altında yatan değil de bir ömür yanı başında duran olduğunu anlarsın.
Askerliğimi yapmışım, işimin başındayım. Ailem beni evlendirme telaşında. Kapı kapı kız bakıyoruz ama şöyle içime sinen, siz gençlerin deyimiyle “elektrik aldığım” biri olmadı ta ki anneni görene dek. Yine bir dost vesilesiyle gittik. Kapıda bizi aile büyükleri karşıladı. İşte o sırada gördüm anneni. Koridorda. Üzerinde kırmızı bir gömlek, altında siyah kumaş pantolon. Saçlarında ince sarı, parlak bir taç. Yüzü, ah o yüzü. Belki hiç görmeseydim tutulmayacağım bir andı o an. Görünce de tutulup vurulduğum. Simsiyah kaşları, büyük kahverengi gözleri, elmacık yanakları ve ince dudakları. Dudaklarında gizliden muzip bir gülümseme. Sanki beni çağırır gibi. Âşık olmuştum. İlk görüşte aşk derler ya kimseler de inanmaz. Ben de o inanmayanlardan biriydim aslında ve o inancımla aslında o gün orada imtihan olunmuştum. İçim küçük bir çocuk gibi kıpır kıpır, heyecanım doruklardaydı. O derece ki; normalde kısa tutulması gereken görme muhabbeti de uzayıp gitmişti. Annem “Bize müsaade!” deyince kalktık. Gitmek istemiyordum ama gitmeliydim. Arabaya bindiğimizde annem yüzümden anlamış olacak ki hiçbir şey sormadı. Gülümsüyordu, o da mutlu olmuştu çünkü anlamıştı. Eve vardığımızda içimi bir tereddüt kapladı. Ya o beni beğenmediyse diye. Usulca anneme sokulup, utana çekile sordum. Annem acele etmemem gerektiğini birkaç güne haber vereceklerini söyledi. Kendi kendimi rahatlatmaya çalışırken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Akşam oldu ve beklediğim haber kızın teyzesinden geldi. Kız kabul etmiş, telefonunu ban vermişlerdi bile. O gün dünyadan benden daha mutlusu yoktu sanırım ya da ben öyle zannediyordum. Neyse, annen ile konuşmaya başladık. İlk olarak bir mesaj attım. Mesajıma karşılık gelmeyince aradım. Dedim ya içim içime sığmıyor hatta taşıyordu. Nerden bilebilirdim bu mutluluğun bana fazla geleceğini?!
Konuşmalarımız hep aynı konulardan oluyor, ben aramayınca kendisi aramıyor, arayınca da çok konuşmuyordu. İşin içinde bir tuhaflık olduğunu seziyor ama ne olduğunu kestiremiyordum. Bir gün yüz yüze görüşmeyi tekli ettim. Ben etmesem zaten onun isteyeceği yoktu. Başta bir tereddüt etti ama sonra kabul etti. Bir pastanede buluştuk. O günü de hiç unutmam aslında annen ile yaşadığım hiçbir günü unutamam. Üzerinde küçük puantiyeleri olan siyah bir elbise ile geldi. Saçları toplu, kolunda da küçük bir çantası vardı. Oturduk. Hoş geldin muhannetinden sonra bir şeyler içerken bana söylemek istediği bir şey olduğunu söyledi. İyice meraklanmıştım çünkü bu evlenmek niyeti ile görüşen bir kızın hareketlerindeki soğukluğu açıklayacak bir şeydi, içime öyle doğuyordu, buna emindim. Keşke dediğin anlar vardır ya işte benim ilk keşke’m o andaymış, fark edememişim. İlk ve sonu olmayan keşke’ler de zaten çorap söküğü gibi devamında geldi. Bir kere başlamıştı çünkü ama ben bunları çok sonradan, yaşadıklarımdan sonra fark edecektim. Konuşmaya başladığında kendisinin baskı altında olduğunu, bu evliliği kendinin istemediğini, zorlandığını söyledi. Donup kalmıştım. Zihnim allak bullak olmuştu. Bir tepki vermemi beklemişti ama verememiştim. Bir süre sonra sordu “Bir şey demeyecek misin?” Ne diyebiliridim ki. Soğukluğun sebebini anlamış ama anlar anlamaz ağzımdan çıkacak bir cümle ile onu kaybedebileceğimi de biliyordum. O yüzden sustum, bir şey diyemedim. Korktum onu kaybetmekten korktum. Korkunun da ecele faydası olmadığını, korktuğun şeyi kat be kat yaşadığını yine sonradan anladım. Eve gittim, aklımda türlü düşünceler, karar veremiyorum. Eğer O’nun dediği gibi baskı altındaysa ve ben bunu kabul edip, gitmesine izin verirsem… Hayır, kesinlikle olmazdı. O’nsuz bir hayat düşünemiyordum ki. Ben ta O’nu gördüğüm o ilk günden beri hayallerimi, geleceğimi onun üzerinde inşa etmiş, onla büyütmüş ve onla geleceği yaşamıştım. Mutluluğum onlaydı, buna emindim. Vazgeçemezdim, vazgeçmeyi de kendime yakıştırmıyor, gerçek sevginin “sahiplenmek” olduğunu düşünüyordum. Benim yanımda olmalıydı, benimle beraber. Hiçbir şey olmamış, o bana aslında hiç de öyle bir şey söylememiş gibi devam ettim. Hatta çok düşünür, kendimi diğer düşünceye ikna eder korkumdan süreci hızlandırdım. Söz, nişan, evlilik hepsi su gibi geçti ama hani bazı sular vardır daha bir tatlı, bazıları acı, bazıları ise tatsız. Bizimki hep bu üçüncüsü oldu. Tatsız geçti her şey. Tatsız dediğim kavga gürültü değil. Sakın aklına öyle bir şey gelmesin. Aksine annen her zaman uysal, sakin ve saygılıydı, ailesi de öyle. Evliliğe kadar geçen süreçte bizi hiç yormadılar öyle ki işler çabucak halloldu, bitti. Evlendiğimiz gün de öyle. Yatak odasında baş başa kaldığımız o gün aslında birbirimizden uzak olduğumuz en uzak gündü. Ben kör olmuş, aşkın ateşinden yanmış göremiyordum. Sevdiğim kadına sahip olmanın beni mutlu edeceğine inancıma güveniyor, ona sığınıyordum.
Günler günleri kovalarken annenin temel şeyler dışında hiç konuşmadığını fark ettim. Sitem etmiyor, kavga etmiyordu. Sabah kahvaltı, akşam yemek derken evde ufak tefek işleriyle kendi gününü geçiriyordu. Bir konu açtığımda kısa cevaplar ile konuyu kapatıyordu. Aslında dışarıdan bakıldığında her erkeğin isteyebileceği bir ev ortamına sahiptim. Kavga yok, gürültü yok, eşim yemeğimi yapıyor daha ne olsun! Yeter zannetmiştim oysa. Benim sevgim ona, o da bana.
Bir gün eve geldiğimde bana bir plastik şey uzattı. Bunun ne olduğunu elime tutuşturunca anladım. “Baba oluyorsun!” dedi yine her zamanki gibi soğukkanlılıkla. O an, senin haberini aldığım o an havalara uçtum. Annene sımsıkı sarıldım. Yine mutluluk gözümü köreltmiş olacak ki annenin buna sevinmediğini, tepkisiz kaldığını sonradan fark ettim ama benim de bir sınırım vardı. Bu kadına her şeyi veriyordum. Daha ne istiyordu?! Bağırıp çağırmaya başladım. Böyle olmayacağını, nankörlük etmemesini, hangi kocanın karısına böyle değer verdiğini, hediyelere boğduğunu hepsini, her şeyi ağzıma gelen tüm yaptıklarımı söyledim. “Daha ne istiyorsun?” dedim içimde kalan son haykırışla. Dakikalardır süren bağırmam karşısında bile soğukkanlılığını bozmadı. Sadece “Ben senden hiçbir şey istedim!” dedi ve odasına gitti. Gidip gönlünü almaya çalışsam da artık bir şeyler eskisi gibi değildi, bizim yuvamız zaten temeli sağlam olmayan çatlak bir binaydı. Eksikti en temel şeyiyle, o da; kadının sevgisi.
Anneni ondan sonra konuşurken duymadım desem yalan söylemiş olmam. Olan konuşmalarının aksine giderek daha da suskunlaştı. Bazen evde bir ölü sessizliği olurdu. Sen olunca her şey değişir, mutlu olur, o mutlu olursa da ben mutlu olurum zannetmiştim. Yanılmışım. Bir insanı sevmenin onun da seni seveceğinin garantisi olmadığını, tek kanatlı kuşun uçamayıp yere çakılıp kalacağını sen doğunca daha iyi anladım. Seni doğurup eline verdiklerinde “Şimdi emzirmeli miyim?” diye sormuş. Şu an gerek olmadığını söylediklerinde ise onu hemşirelere vererek, geri koydurtmuştu. Eve geldiğimizde de senin temel bakımlarınla ilgilenmek dışında hiç seni kucağına almadı, almak da istemedi. Bir gün sen ağladığında ona;
- Çocuk ağlıyor, dedim.
- Her şeyi tamam. Ağlayacak bir şeyi yok, dedi.
- Ama ağlıyor, kucağını istiyor belki de.
Aslında amacım onu senin kucağına almaya falan ikna etmek değildi. Derinde bir yerlerde kavga etmek isteyen benliğimle mücadele ederken çenemi kapalı tutamıyordum. Seni kucağıma aldığım gibi ona uzattım.
- Neden almıyorsun? Senin sevgine de ihtiyacı var.
- O sevgi sende fazlasıyla var. İstemeden bana verdiysen ona da verebilirsin, dedi ve diğer odaya gitti. Şoke oldum, durduğum yerde uzun bir süre elimde senle kıpırdayamadım. O an anladım. Hiçbir şeyin düzelmeyeceğini aksine kör bir boşlukta üç kişi olduğumuzu o an anladım.
İlk defa o gece annenden ayrı uyudum. Seninle bütün gece oynadım ve ağladım. Anlattım sana, ta o zaman anlattım yaptığım hatayı, her şeyi. İlk defa ve bir de şimdi. Aslında seni sevebilirdi eğer bir başkasından olsaydın ama bendendin. Beni hatırlatıyordun ona, o baskı dönemlerinden kurtulamadığı, aciz kaldığı, hissettiği o zamanları. Senden nefret etmiyordu aslında. Benden nefret ediyor, beni istemiyor ama bunu dile getirmiyordu. Dedim ya asla kavga etmedi, asla şikâyetçi olmadı. Tüm kızgınlığı, özlemi, hasreti kendisine verilmeyen, layık görülmeyen o sevme hissinin, sevdiğini isteme özgürlüğünün elinden alınmış olmasınaydı. Devamını anlatmama gerek yok, biliyorsun, ben de biliyorum.
Aslında belki de “Babam çok iyi biri” dedin, hep beni övdün, arkadaşlarına beni anlattın. Çekip giderken bile yurdundan yılda bir defa benim için geldin. Neden?! Çünkü sana karşı ilgili bir babaydım. Değil mi? Hayır, yanlış! Yanılıyorsun! Aslında gerçeklerle yüzleşemediğim hayatımın ceremesini sana çektirmemek isteyen bir suçluydum!! Belki de bir katil, sevgi katili!! Sevgi’yi kendi sevgisinin bencilliğinde boğulup sahip olmak zanneden bir katil! Sevgi’siz bir kadını göremeyecek kadar kör, ona inanmayacak kadar sağır zanneden bir katil!! Sevgi’nin yapıcılığını yıkıcılığa dönüştürmüş, bu yıkımda üç kişinin hayatını söndürmüş bir katil!! O’nun hiçbir suçu yok evlat, bir suçlu arıyorsan O da benim!
Kaç saat oturdum bilmem mezar taşında ve ilk defa hıçkıra hıçkıra kaç saattir ağladığımı da. Annemin toprağına sarılırken kaç defa “Gel, ne olur gel!” dediğimi de. Kendime geldiğimde ki aslında şimdi tam anlamıyla kendimi kaybetmiştim. Babam uzakta, boynu bükük duruyordu. Arabaya bindik. Konuşacak bir şey olmadığını ikimiz de biliyorduk. Eli radyoya gitti ve bir şarkı:
“Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş
Bin defa ölüp de hiç ölmemekmiş.”