Gün aniden kararmıştı ve havadan fırtına kokusu yayılıyordu; deniz köpürmüş, dalgaları uzun zamandır karayla buluşmamış gibi şehvetle kıyıya vuruyordu. Sisin yavaş yavaş çevirdiği şehirde fareler dışarı üşüşmüş, insanların yaklaşan fırtınadan kaçışını kaldırım kenarlarındaki çöplere minnacık sivri dişlerini geçirerek kutluyorlardı. Gri kaldırımlara ise taksilerin soluk sarı ışıklarından başka bir renk yansımıyordu. Sanki pis bir hayalet şehre adım atmıştı ve ortalığı fena halde karıştıracaktı.

 

Gözlerim bulanık, kafama düzenli aralıklarla çarpan ve arada bir boynumun içine giren yağmura aldırmadan, iskele tarafından kuvvetlice esen rüzgarın karşısında yere sağlam basarak ilerliyordum. Neyse ki daha dün terastaki brandayı sıkı sıkıya kelepçelediğim aklıma düştü. Şanslıysam sert rüzgara rağmen yerli yerinde duracaktı. 

 

Deniz artık siyaha çalıyordu. Dengesiz bir yolculuk olacak gibiydi; içinde bol bol panik çığlığı barındıran, korkulu gözler ve deniz üstünde beşik gibi sağa sola yatan midelerde çokça bulanma hissiyatı oluşturan… Vapurun iskeleye yanaşırken yaşadığı zorluğu gören bazıları, deniz yolculuğundan vazgeçerek kendilerini yağan yağmurun altına bırakmış ve daha eziyetli yolları seçmeye başlamışlardı bile. Kalanlar ise yağmurdan kaçarak doluya sığındıklarını içten içe biliyorlardı. İskelenin kapalı bölümünde tüm ıslak montlar, üşümekten kaskatı kesilmiş eller ve buhar çıkartan ağızlar şimdi aynı geminin yolcuları olacaklardı.

 

Sıkış tepiş girildi, insanlar oturacak bir yer bulabilmek için birbirlerini eziyordu, biçimsiz ağızlardan çıkan sessiz küfürler kararan atmosferi iyice fena etmişti. Girişin sağ tarafında duran adi deri kaplamalı uzun koltuğa kendimi atabildim; sanki benim için özel olarak boş bırakılmıştı orası, beni çağırıyor gibiydi. Montumu çıkardım, gözlerim kapalı şehrin vapurdaki yansımasını dinlemeye başladım. Büyük bir kargaşa, lanet bir kaos doluyordu içeri. Fani bedenlerin ölüme meydan okumaları için en kolay yolu seçmeleriydi bu yolculuk, öyle geliyordu bana.

 

Tırtıklı seslerin çaresiz viyaklamalarıyla gözümü açmak zorunda kaldım. Tam karşıma hayaletlerin uçuk renklerini taşıyan yaşlı bir grup oturmuştu; oyun hamuru gibi sıkılmış, dişsiz ağızlarından gündelik muhabbetler duyuluyordu:

 

– Taksi bizi dolaştırdı mı sizce? Atiye sen ne diyorsun, öyle mi?

 

– Yok yok, ara sokaklardan götürdü trafiğe takılmamak için.

 

– Yavrum, kay kay biraz daha bak oturacaklar var.

 

– Ayşe! Ayşe, gel gel sığarız.

 

– Bu akşam o doktor dizisi başlayacakmış, duydun mu?

 

 

Hareketlerinde yaşlılara özgü o bencillik yatıyordu hepsinin. Yorgun ayaklarını sürüyerek zor kalkan büzülmüş kıçının da yardımıyla koltuk sırasını ittirip Ayşe’lere yer açtı en baştaki. Taksinin onları dolaştırıp dolaştırmadığını merak eden kadındı bu. Sürekli dönen gözlerinde kaygı okunuyordu. Tek sorunlarının torunlarının özel okulda okuması ve arada sırada yapılan arkadaş ‘’gezmeleri’’ olan bu yaşlı kadınların arasına kocaları olacak yaşlılıkta bazı ihtiyar adamlar da serpiştirilmişti. Biri alık alık etrafa bakıyor, biri kadınların konuşmasına dahil olabilmek için ellerini ovuşturarak fırsat kolluyor, biri de kafasını bastonuna eğmiş tırnaklarını yiyordu. Birkaç küçük alışkanlık dışında hayatla bağları kopmuştu. Erkekler gazeteyle zaman öldürüp, hatırlayabildikleri anılara sarılmış vaziyette bugünden dert yanarken mütemadiyen, kadınlar kendi aralarında en boş ve sıkıntılı konu başlığını açmak için sidik yarıştırıyordu. Kısık gözlerle karşımdaki ihtiyar heyetini süzerken, vapur gürültüyle harekete geçti ve tam o sırada aralarından birisi kafasını kaldırıp ürkmüş gözlerle bana baktı.

 

 

Bana sorarsanız, bu yolculukta onlarla birlikte denizin dibini boylayacak filan değildim. Daha yapacak çok şeyim vardı hayatta; farklı bir ülkeye yerleşip ilk kez gördüğüm nehir kenarlarında oturacaktım, ruhumu besleyecek şarkılar dinleyerek hayal kuracaktım yemyeşil parklarda, elle çizilmiş ülke sınırlarına inat pedal çevirerek geçecektim oralardan ve tüm bunları gençliğimin bana verdiği o enerjiyi içimde büyüterek ve saklayarak gerçekleştirecektim. Oysa karşımda solmaya yüz tutmuş eğri büğrü çiçekler gibi oturan bu kefen öncesi insanlar bana unuttuğum – ya da hatırlamayı dahi unutmak istediğim – o şeyi tekrar hatırlatmışlardı. İçimde yenilmez bir sinir bulutu yükseldi.

 

 

O esnada koltukların başında bir bana bir yaşlı gruba adice gülümseyen, kolları dizlerine kadar sarkmış zapzayıf, kızıl sakallı yabancıyı gördüm. Parlak turuncu deri ceketiyle sanki sirkten fırlamıştı ve kaşları, gözlerinin üstünde sürekli bir hareket halindeydi. İnsanda iğrenme duygusu doğuruyordu bu adam. İnce bir kafa selamıyla afallamış bakışımı yakaladı ve hemen sonra yanımda oturana delici gözlerle baktı. Yanımdaki birden ayaklandı, vapurun açıklık alanına doğru yürümeye başladı, kolları ve bacakları kaskatıydı, bir robot gibi ilerliyordu. Ne olduğunu anlayamadan burnumun dibinde yabancının fazla haşlanıp tencerede beklemiş brokoli kokusunu duyumsadım. İncecik vücudunun üst kısmını benden yana döndürmüş, dolandırıcı dudaklarının arasından çıkaracaklarını çarpık çurpuk, uzun parmaklarıyla siper etmişti. İrkilerek sol tarafıma doğru kaçmama aldırmadan üzerime eğilmeye devam etti ve sesi sanki yer altından gelen yabancı, konuşmaya başladı:

 

-Şu karşımızda oturan bunaklar hakkında ne düşündüğünü gayet iyi biliyorum. Aramızda kalsın, ben de aynılarını düşünüyorum. Bir an önce şu günahkarlar ülkesinden toz olsunlar ve nerede çürürlerse çürüsünler, değil mi? Yoksa senin gençlik rüyalarını mı söndürüyorlar? Yarına duyduğun ümidi tüketiyorlar demek? Hımmmmm… Kendini kötü hissetmeni istemem; ancak körpe bedenler ve beyinler yarını hep hevesle arzular. Gün bitmeden yarın olur kafalarda, çünkü yarın daha güzel olacaktır, çünkü gerçekleşmemiş olanlar hep en güzelleridir. Yanılıyor muyum?

 

 

 

 

Bedeninden yayılan o tuhaf kokunun haricinde nefesi de mezarlıktaki kediler gibi kokuyordu. Anlatırken kah pislikçe göz kırpıyor, kah kızıl sakalını kötücül kötücül sıvazlıyordu. Bazense bir bana bir ihtiyar heyetine dönüp saçma sapan el hareketleriyle anlatımını süslemeye çalışıyordu. Dayanılacak gibi değildi. O bunun farkındaydı ya da değildi; farketmiyordu. Hız kesmeden tıslayan diliyle devam etti.:

 

 

-Gündelik koşturmalara ayak uydurmaya çalışan kıyafetlerin üstüne yerleştirilmiş dağınık saçlar, camekan ofislerin parlaklığının ötesinde, mutfak köşelerinde siyah boya dökülü iç karartıcı manzara; bir sigara molası, ceplere sıkıştırılmış umutsuz gülümsemeleri bol keseden harcama. Özgürlük hissiyatının çekip gittiği, artık uzaklarda bir nokta kadar göründüğünü kabul etmenin -zoraki kabüllenmenin- miyop gözleri. Böyle düşündüğünü çok ama çok iyi biliyorum. Farkedildiğinde tüm bedeni yaralı bir ayı gibi titretecek düşünceler değil mi bunlar?

 

-Tüm bunların ötesinde düşünmüyor musun henüz gelmemiş geleceğini? Demek istediğim… Bunlardan kurtulmak için yani. Gece salondaki kanepende yatarken, rüzgarın terastaki brandayı çılgınca dövüşünü izlerken aklından geçirmiyor musun nehirleri, parkları, ince lastikli eski model bisikletleri, yüzünde gülücükler açan hiç tanımadığın insanları? Uğuldayan gecede dışarıda yatanlar aklına girince hemen vazgeçmiyor musun bu düşüncenden? Tekrar söylüyorum, kendini kötü hissetmeni hiç ama hiç istemem. Ancak sana göstermek istediğim bir şey daha var.

 

Burada konuşmasını bölüp, karşıdaki ihtiyarlardan tırnak yiyeni işaret etti muzip bir kafa hamlesiyle.  Adam tırnak yemeyi bırakmış, sosyal hayatın verdiği yoğunluktan usanmış gözlerini dinlendirmek için yaşlılık kestirmesi yapıyordu. Vapurun dalgayla her buluşmasında düşmüş kafası, istemsizce göğsünde sağa sola sallanıyordu.  Bütün bunlar yaşanırken kimsenin yabancının iğrenç kokusundan rahatsız olmaması, dönüp bizim olduğumuz yöne dahi bakmaması başlı başına içimi ürpertiyordu.

 

-Şu karşındaki, birkaç saniye önce neler yaşadığını unutmuş, evdeki koltuğuna bir an önce yerleşmek için uykuya sarılan şu bunağa bak; tanıdık geliyor mu? Gençliğinde onu daha da genç gösteren şişkin yanaklarının artık sarkmış görüntüsü, uzun boyundan ötürü kamburlaşmış sırtı, bozuk dişleri ve yenmiş tırnaklarıyla sen değil misin? Yarınını hiç böyle düşlememiştin, yanılıyor muyum? Sözde bu şehirde olmayacaktın, ayak basılmamış yöreler gezip görecektin, yumuşacık melodiler duyup aşık olmayı bekleyecektin ve hep bir bahar havasında yürüyüş yapacaktın arnavut kaldırımlı sokaklarda. Yani koskoca 30 yıl sonra hala Beşiktaş – Kadıköy hattının sessiz yolcusu olmaya devam etmek… Şimdi şanslıysan üç molada apartmanın önüne varır, küçük çatı katı dairene çıkarması için dizlerinden fazladan yardım dilenirsin. Kendi dizlerinden! Sonra sulanmış gözlerle hep aynı saçmalıkları geveleyen gazeteleri okurken, boynunu incitmeden uyuyakalabilirsin belki.

 

 

 

Birden kalktı ve bir kurt gibi tavana bakarak uladı. Keyiflenmişti. Sonra hemen kendine çeki düzen verdi; vücudunu topladı, kafasını omuzlarının içine gömüp, kimsenin duymamasına rağmen eliyle sessiz ol işareti yaptı. Usulca yanıma sokuldu. 

 

-Aslına bakarsan, haksızsın diyemem. Çünkü yarın böyle düşlenmez zaten. Seni bugünden kurtaracak kahramandır yarın ve yarın olduğunda yine o kahramanı beklersin kıpır kıpır. Bugününü unutturacak o gizemli, ipe sapa gelmez delikanlılığının yeni bir heyecanına açılır yarın. Ve hep yarın olacaktır, şu karşındaki görüntünün zerresinin bile dolanmadığı kafanda.

 

Vapurun camından seken sert bir tık sesiyle irkildim. Vücudumdaki gerginlik had safhadaydı, istemsiz bacaklarım atıyor, kollarım kıpırdıyordu. Çılgın yağmurun altında vapurun camına gagasıyla vuran gri bir martıydı bu. İçeride birisini arıyordu bilinçli gözleri. Aramızda kalın bir cam vardı ve gagası çekiç gibi vuruyordu cama. Turuncu ceketli, kızıl sakallı yabancı boğazını temizler gibi yaptı. Bunu yaparken konuya ilgisini kaybetmiş gibi gözleri boş boş yere baktı bir süre. Sonra biraz üzülmüş gibi dudaklarını büzdü.

 

 

-Herneyse sevgili dostum., fazla bile kaldım. Üzgünüm ama gitmem lazım, şehre bir günlük eğlence için gelmiştim aslında. Uğrayacağım birkaç yer daha olacak. Canını sıkmadım değil mi?  Bu arada… Bugün hava epey kötüleşecek ve fırtına, terasındaki brandayı büyük bir gürültüyle yerinden çıkarıp uçuracak. Öyle bakma bana, belki yarın güneş açar. Ne dersin?

 

Son bir sinsi gülüş ile yerinden kalkarak, yanında sürüdüğü uzun kolları, incecik bedeni ve dağınık saçlarıyla, lunaparkı andıran vapurun kıç tarafına doğru yürüdü ve sıkış tıkış yolcu grubu arasında gözden yitti. Hemen arkasından son bir gaga darbesiyle gri martı, vücudunu dikleştirerek rüzgarın onu götürmesine izin verdi ve siste kayboldu.

 

 

Yabancının leş kokusunu hala yanımda soluyordum. Kendi kendine abartılı bir diyolog başlatmış ve gitmişti. Beni orada yaşlılığın ruhu ile başbaşa bırakmış ve gitmişti işte. Üstelik psikopat gri bir martıyı da oynatmıştı gotik sahnesinde. Oturduğum yere çakıldım. Koku gerçekten de hala oturduğu koltukdaydı. Vapur şiddetle sallanıyordu ve dalgalar şimdi simsiyahtı. Kirli camlar ardından Kadıköy’de birkaç cılız ışık zorla seçiliyordu. Karşımdaki buruşuk suratlı kafasını kaldırdı, bana bakmaya başladı.

 

Bakışlarımız ortada buluştu. Yabancıların bakışmasında bir ikirciklik vardır, önce kim ayırırsa gerilimli hattan gözlerini o yenilmiş sayılır hani. İşte o anı yaşıyordum; önümde duran yaşlı figüre yenilmeyecektim ve moruğun gözlerinin içine içine bakmaya devam ettim. Gözlerinin altında iki şişkin torba oluşmuş deve hörgücü gibi yerleşmişti oraya. Sivri bir cisim temas etse içinden sürüsüne bereket uykusuz gece ve sıkıntılar nehri akacaktı sanki. Kafasına geçirdiği siyah fötr şapkasının altından kontrast oluşturacak şekilde bembeyaz kırık saçları dökülmüştü. Ellerim istemsiz kafama uzandı, gür kahverengi saçlarımla buluştu; inadına diplerinden sıktım; o yumuşacık bolluğu hissettim, içeride hapsolan saç tellerim avucumu kaşındırdı. Saçlarımla ilgili böyle tuhaf bir duyguya ilk defa kapılıyordum, ne garip! Nasıl olur da farkına varmamıştım saçlarımın güzelliğini bu zamana dek! Acaba nasıl kokuyorlardı?

 

Ona bakarak yapığım bu hareketler rahatsız etmiş olacak; yorgun gözleriyle bana bakmayı sürdürürken boğazından hırıltılı bir öksürük patlattı, oturduğu yerde sağa sola oynadı. Tam bu kıpırdanmanın üzerine vapurun bordasına çarpan kuvvetli dalga bir daha oynattı onu yerinde. Midesi bulandı, anlamıştım; buruşuk yüzü, yanmış midesi nasıl büzülüyorsa öyle büzüldü. –Lanet! Midem… – Kusmuğumun acısını yemek borusunun hemen akabinde gırtlağımda hissettim. Sanki doğduğumdan beri bu mide yanmasını yaşıyordum ve bilirsiniz, mide hastalıklarının iyileşme gibi bir ihtimali yoktur; ne kadar kötüyse, o derecedeki kötü halde tutmayı deneyebilirsiniz sadece.

 

Kamburu diğer ölüme beş kalalar gibi sırtının ortasından değil, ensesinin hemen altından başlıyor, bükük L harfine benziyordu. Sırtımı koltuğun arkalığına sıkı sıkıya bastırdım, dikleşirken çıkardığı o zorlu sesi kemiklerimde ve kaslarımda duydum. Kısa şişkin parmaklarında boğum boğum eklemleri, geniş avuç ayası, elleri… Ellerim… Vücudunun hangi parçasına bakarsam bakayım kendimi görüyordum işte. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? İçler acısı haldeydim.

 

Doğrusunu isterseniz kızıl sakallı sinsi yabancıyı bir anlığına unutmuştum, tam karşımda duran bu adama bakmaktan kendimi alamıyordum. Şişkin parmaklarım birbirlerine kenetlenmiş, hala bu olanlara inanamıyor, bileklerimi ovuşturuyordum. Bileğimden dirseğime kadar uzanan yanık izine değdi parmak uçlarım. Pürüzlü bir geçişti. Henüz çocukken kibritle önce perdeleri, sonra tüm evi tutuşturmamın cezası olarak bileğime kazınmıştı iz. Yaşamın umudu olarak da yaşayan bedenimde, aynı yerde duruyordu. Pek iyi hatırlayamadığım gençlik öncesinden, alevlerin arasından kurtulmamın bir hatırasıydı ve hayatım boyunca her pürüzlü bakışta ve dokunuşta kendisini hatırlatacaktı bana.

 

Adamın bastona dayanmış bileklerine kaldırdım kafamı. Tütün rengi, kemiklerini iyice ortaya çıkaran ince bir deriden başka bir şey yoktu orada! Ayağa kalktım ve bileklerini daha iyi görebilmek için vapurla bir olup bir sağa bir sola yatarak kontrol ettim.Bir anda dayanamayıp deli gibi adamın bileklerine sarıldım. Evet, o yanık izinden eser yoktu! Sarkmış kulak memelere ve gerdanlara takılmış takıların şıkırtısı ve panik nidaları yükseldi yaşlı kadınlardan. Adam ellerini ellerimden kurtardı, anlaşılmayan bir bağırtı yükseltti, vapurda tüm kafalar bize döndü. Ortamdan uzaklaşmak için hızlı adımlarla kendimi vapurun açık tarafına doğru attım. Aynı yanımdan kalkan yolcu gibi, robot adımlarla fırtınanın içine bıraktım kendimi.

 

 

Rüzgar gür saçlarımı suratıma vuruyor, dalgaların köpükleri korkulukları tutan ellerimi ıslatıyordu. Demek o sinsi zibidi benim hayal ürünümden başka bir şey değildi ve kendimi aptal gibi gösterip nasıl da inanmıştım karşımdaki ihtiyarın ben olduğuma; evet, savaşmıştım onunla ve geleceğimle! Soğuk, soğuk gibi gelmiyordu bile artık. Kafamı gökyüzüne kaldırdım ve içiçe girmiş kapkara bulutlara doğru dumanlı bir hoh fırlattım. Bir ferahlık, bir dokunulmazlık yaşıyordum.

 

Eve vardığımda fırtınanın güçlü uğultuları arasında kendimi uyumaya zorladım. Bugün bitmeliydi ve bir an önce yarın olmalıydı. Gecenin bir köründe, sonunda uykuya dalabildim  ve kızıl sakallı yabancının gevrek kahkahlarını işittim rüyalarımda.

 

Şafak vaktiydi; göz kapaklarımı araladığımda mavi bulutların arasından genç bir kız gibi yükselmeye başlayan güneşi görülebiliyordum. Yine de sanki yapmam gereken çok önemli bir işi yapmamış ya da eksik yapmış gibi bir ağırlıkla uyandım. Yeni günü karşılamak için terasa adımımı attığımda, fırtınanın brandayı uçurmuş olduğunu yanan bir mide ve güçsüz dizlerle titreyerek farkettim.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: