Ben çocukken annem hep uzun ipek bir entari giyerdi. Rüzgârın acımasız esişine aldırmadan savururdu eteğini. Yel eteğini savuramazdı belki ama bütün o gençlik umutlarını her akşamüstü süpürür giderdi. Annemse ardından bakar kalırdı çaresiz. İçinde kopan çığlığı susturmak istercesine bastırırdı ellerini göğsüne. Dedim ya akşamüstleri caddeye bakan pencereden rüzgârın ardından koşarcasına giden umutlarını izlerdi. Baktı ki rüzgar kararlı her akşamüstü balkona bir ümitle astığı hayallerini götürmekte, korktu annem, çıkmaz oldu artık. Belki de ona görünmezse almazdı anneme ait olan parçaları…
Her öğleden sonra ürkek bir çocuğun sessizce bir köşeye pusması gibi otururdu tahta sandalyeye. Akşamüstünü ses seda çıkarmadan beklerdi. Gözleri hala küçük bir çocuğun masumluğunu taşırdı ürkekliğini de…
Ben çocukken annem hep uzun ipek bir entari giyerdi. Rüzgarın acımasız esişine aldırmadan savururdu eteğini. Eteğini savururdu peşinde gizleri, rüyaları, emelleri… Ah o rüzgar hayallerini savurdu savuralı çıkmaz oldu akşamüstleri açmaz oldu yüreğini…
…
Ben çocukken babam rüzgârların efendisiydi. Her akşamüstü işe koyulur, kasabada akıl almaz bir rüzgâr başlatırdı. Öyle bir rüzgârdı ki bu herkes evine kapanır, hiç kimse çocuklarını dışarı salmazdı. Kapılar kapanır perdeler sımsıkı örtülürdü meraklı evlerin duvarlarına değmesin rüzgârın efendisi diye. Birkaç kişi de aldırmaz dolaşırdı rüzgârın tam ortasında. Onlar zaten hayalleri olmayan taşradan gelmiş delikanlılardı.