“Havaların zamanlaması, güzelliklerinden önemlidir.”

            Burhan böyle derdi en azından. Ve öyle zamanlamalar var ki üç kâbus denebilir. Bir tanesi metrodaydı.

            Metro, yeraltından çıkmış ve açıkta ilerliyordu. Ortadaydım, elim direğe yapışık. Hâlâ ayılmamıştım, saat öğleden sonra üç civarları. İneceğim durağa çok yok.

            Uykusuzluk buhranlı düşünceler yaratıyor. Çocukluğumda beni üzen şeyler. Ve zihnim atlıyor. Eski sevgilim. Ve atlıyor. Aileme kızdığım konular. Ve atlıyor. Evdeki damlatan musluk. Karşımdaki teyzenin eczane torbası. Başı sevgilisinin omzunda yolculuk eden kadın. Sıkıntı, üstüme boşanıyor. Ve tam acı diner gibi olduğunda güneş vuruyor. En melankolik açısı ile.

            İkinci kâbus başlıyor oynamaya. Ve onunla alakalı. Metro, sanayi bölgelerinin, varoşların, hurdalıkların yanından geçiyor. Şu anda oralarda geziniyor olmayı tercih ederdim. Hatta onunla geziyor olmayı tercih ederdim çünkü onunla gezilirdi. Tek yürümek, ilaç olarak ya da düşünmek için hoş. Onla yürümek sokaklarla olabilmek için hoş.  

            Güneş çiftin üstüne düşüyor. Kadının atkısını ısıtıyor, erkeğin sakalını parlatıyor, kadının, kemikli ellerini belirginleştiriyor ve erkeğin kalın bileklerini. Bize – ya da bendeki bize – benziyorlar.

            Onunla tanıştığım günden kalan bir imge. Beraber sahile çıkmıştık ve çıkar çıkmaz güneş aynı bu açıyla vurmuştu. Gündüz vaktinden ilk defa doğru düzgün keyif aldığım için olabilir, gece benim güvenli alanım. Bu, bana niye bu kadar yapıştı bilmiyorum. Pek az şeye biliyorum diyebiliyorum. Sırf geriye dönük yalanlar söylememek için kimseye tatmin edici cevaplar veremiyorum, kendim de buna dahil.

            Metrodaki kâbusu annemi kaybettikten birkaç sonra görmüştüm. Cenazedeyken, güneşin geçmişte takılı kalmamda büyük rol oynadığını anlamıştım. İlk kâbus annemin cenazesiydi zaten. Cenazenin kendisinin kâbus kabul edilmesi gerekir ama güneş olmasaydı benim için kâbus diye adlandırılamazdı herhalde. Hani herkes aynı şeyi konuşur ya

“Sanki olayları dışarıdan izliyordum.”

“Sanki bir film izliyor gibi hissediyorum.”

Hepsi sahtekâr. Yalan söylüyorlar. Oradasın, o senin acın ve bunu kabullenmemen gerekiyor. Öfkelenmen gerekiyor. Elin kolun bağlı olduğu için ve insan olduğun için delice öfkelenmen gerekiyor.

“Ama hayatı olduğu gibi kabullenmen gerek.”

Belki de sağlıklı yaklaşım bu. Yine de kendimi hayatın parçası olan – bir bakıma basit bir şey ile – yiyip bitirmeyi kabullenme yapmacıklığına tercih ederim.

            Annemin cenazesinde, her zaman olanlar oldu, gerçi annemin cenazesine hiç gitmemiştim. O da gelmişti. Mezarlığa geçildi, yolda bütün oyunbazları tek tek seçebiliyordum. Tabutu taşımak için bütün eforunu ortaya koyanlar, annemi tanınmak istediği kadar tanımıyorlardı bile. Zorla yapmıyormuş gibi göstererek elinden kürek alanlar, sahtekâr gözyaşları, riyakâr tavırları, sadece ölümde yumuşayan dilleri ve duyguları. Eve geçiliyordu. Babama bir süre burada kalacağımı söyledim. Tartışmadı. Neyse ki. Annemin cenazesinde kavga çıkmasını istemiyorum. O da bekledi, konuşmak istiyormuş.

            Sigara uzattı, geri çevirmem. Tam sigaramı yakarken yine güneşin aynı açısı. Ve rüzgâr onun saçlarına esiyor. Güneş annemi ısıtıyor, beni kavuruyor, onu aynı yerde uçup duran bir yaprak haline getiriyor. Tanıştığımız günkü imgenin benzeri, sadece şu an rahat hissettirmiyor.   

            Konuşmak istemesine rağmen bize dair pek bir şey söylemedi. Annemden bahsediyordu ki normal ve iyi de belki. Sigaraları atınca bana sarıldı. Onu uzaklaştırdım.

            “Şu an annem için üzülüyor olmam gerek, sen buradayken yapamıyorum.”

            Kan beynine sıçradı muhtemelen fakat annem bekliyor beni evde. Şu an onla olmak istiyorum ama anneme üzülmemek büyük riyakârlık olacak. Gerçi bu konumda, bu duygu durumunda, bu düşüncede olmam da başlı başına bir riyakârlık olabilir. Anneme karşı sahtekârca davranmak, onun için üzülmemekten daha büyük bir ayıp.  

            “Görüşürüz,” deyip beni öptü.

            Güneş, yürüdüğü kaldırıma vuruyordu. Daha da kötüsü güneş ceketimi ısıtıyordu, parfümü buharlaşıyordu.

            “Anneme üzülmem gerekiyor,” diye yineledim yolda.

            Onunla tekrar görüştük cenazeden sonra. Benle kahve içmeyi çok görmedi. Selamlaştık, sipariş verdik. Sigara yaktı, bacak bacak üstüne attı, hep aynı pozu yakalayabiliyor. Ben de bir sigara yaktım. Bir süre oturduk. Dışarıdan enteresan göründüğümüzü umuyorum ama bizim gibi insanlar her yerdeler zaten. Kendimi daha romantik bir konumda hissetmekten başka bir işe yaramayacak bu düşünce.   

            “Daha iyi misin?”

            “Kastına göre değişir.”

            “Annen?”

            “Daha iyiyim. İyi olunuyor zaten, atlatma kısmı önemli. Sende olmadı, annemde olur      mu bilmiyorum. İki kayıp çok farklı gerçi.”

            “Annenle aramız iyiydi biliyorsun.”

            “Evet, seni atlatamama da en az kızan oydu zaten. Ona karşı sevginin ölmemiş olması     hoş”

            Siparişler geldi. Bir süre bir şey demedi, kahvesini yudumladı.

            “Niye sana karşı öldüğünü ima ediyorsun?”

            “Doğru… Kaba oldu biraz… Zaten hiç olmamıştı ki nasıl ölebilir? Tabii.”

            “Neden böyle diyorsun şimdi?”

            Konuşamadım. Bilmiyordum çünkü ve herhangi söyleyeceğim bir şey istesem de istemesem de yalan olacaktı. Sigaramı söndürüp bir tane daha yaktım.

“Bak yine susuyorsun. Ne zaman önemli bir şey olsa veya tartışsak susuyorsun. Sırf birbirimizi kırmayalım diye sorunları boşluyorsun.”

Kızdırmıştı beni ama bağırıp çağırıp ortalığı dağıtmanın faydası yok. Babamdan biliyorum.

 “Bir şey sorucam. Benden ayrılmanda bunun etkisi var mıydı? Çünkü ilk defa söylüyorsun bunu da.”

“Yani… Tam bu değil Sinan. Önemli sorularıma cevap vermiyordun doğru düzgün.”

“Mesela?”

“Mesela deminki gibi.”

Sahtekâr olmak ya da ona karşı yalan söylemek istemiyordum çünkü geriye dönük de olabilirdi yalanlarım. İlerde söylediklerimden farklı bir yerde duruyor olursam nasıl açıklayacaktım? Bunu ona nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Anlatması zor ve onun anlaması da zor, benim kadar kendini yoran biri değil. Bu niteliğimi taşıyan biriyle ben de beraber olamazdım herhalde. Yine susuyordum fark etmeden. Bir şey söylemem gerek. Kafamı koparacak gibi bakıyor şu an.

“Ahu, şöyle… Şimdi… Bana hep fazla düşünüyorsun diyorsun ya. Sana vereceğim cevapları daha da çok düşünmem gerekiyor. Çünkü… Şey… Tam doğru vaziyetiyle söylemek istiyorum.”

“Öyle mi? Yani duygularını açık edememen ile alakalı değil?”

Her erkek bir noktada bu eleştiriyle karşılaşıyor galiba. Özellikle babalar. Babaların çoğu hak ediyor gerçi.  

“Bazı sorularına cevap vermek beni zorluyor sadece. Bunu önceden söyleseydin keşke. Dikkat ederdim biliyorsun.”

            Bunu söylemek yerine “Ben artık yanımda olabileceğini ve bana değer verdiğini hissetmiyorum. Sana güvenmiyorum,” dedi. Bunu yüzüne söyleyemem.

            “Tamam.”

            Genelde bu cevapla kapanır aslında. Kapanmamış gibi gelmesi kuruntudur.

            “Ahu, benimle neden görüşmek istedin? Önceden o kadar peşine düşmeme rağmen            umursamamıştın.”

            “Demin beni suçladığın şey için.”

            “Yani?”

            “Sevgimin ölmesi ya da ölmemesi… Yani… Seni hâlâ düşündüğümü ve barışmak istediğimi söylemek istedim işte.”

            Bir sigara daha yaktım. Konuşmalarımız normalde de buna yakın suskunluklarda olurdu.

            “Dönebilir miyiz yani?”

            “Ben istiyorum.”

            Yaklaşık bir buçuk yıldır beklediğim konuşma olmuştu, kafamda hep bu anı kurmuştum. Bu an gelince ne cevap vermem gerektiğini bilirim diye düşünüyordum. Hâlâ hazırlıksızım, bir buçuk yıl boyunca kafamda kendimi hazırlamam bir şey fark etmemiş. Annem için kendimi hazırlamam fark etti. Keşke etmeseydi. Anneme üzülmem gerek.

            “Yine önemli noktada susuyorsun Sinan. Tebrikler cidden.”

            “Düşünmem lazım.”

            “Düşünecek ne var? İkimiz de birbirimizi özledik. Yeterli değil mi senin için?”

            “Beni istediğine inanmam gerek, beni istediğini hissetmem gerek. Tekrar kötü bir şey      olmasını istemiyorum.”

            “Kötüye gidecek bir şey yok. Gelip sana bu kadar dil döktüm hem. İstemesem seni bunu            yapacak biri miyim?”

            Beni ikna etme çabası çok beceriksizce ama yine de gözümde itici vaziyete gelmiyor. Sadece bu kadar kesin konuşması beni rahatsız ediyor. Önceden bu kadar sivri ve kesin konuşmazdı, belki de doğru düzgün kavga etmediğimiz için görememişimdir.

            “Tamam, Ahu. Zaten istemiyor değilim. Sadece bana vakit ver.”

            “Öyle istiyorsan.”

            Sonrasında – beklenmedik şekilde – daha önceden oturduğumuz gibi oturmaya devam ettik. Sık susmalar, pis bir küllük, kahve kokusu, birbirimize rahat hissettirmemiz. Yine sahneye romantik yaklaşıyordum. Oysaki yine bizim konumumuzda olanlar her yerdeler.

            Bu buluşmanın gecesinde üçüncü kabusumu gördüm. Marketin içi, serin, geniş, ferah. Şarküteri kısmındayım ama boyum adamla göz göze gelmeye müsaade etmiyor. Sesim çok ince, kıyafetlerim fazla abuk.

            Ondan kıyma isteyeceğim, elimi cebime atıyorum, 80 kuruş çıkıyor. Beni bu parayla kıyma almaya göndermiş olamaz babam. Gerçi çok beklenmedik de değil, sadece piçliğine bile yapmış olabilir. Adama bakakalıyorum, koşarak eve gidiyorum, sinirlerim altüst olmuş. Eve koşarken sokakta oynayan çocuklar görüyorum. Hiçbiri arkadaşım değil ve olsunlar isteyemiyorum, ellerinde dallar ve taşlarla oyun oynuyorlar, benim daha güzel oyuncaklarım var halbuki ama keyif vermek için yeterince pastoral değiller herhalde. Eve varınca babamı buluyorum hemen, salonda annemle. Olanları anlatıyorum.

            “Kaybetmişsindir parayı, git hallet. Senin derdin.”

            Anneme sesleniyorum, susuyor, yine sesleniyorum, susuyor, köşedeki gazeteyi atıyorum üstüne, sertçe bakıyor, susuyor. Uykuya dalıyor, hep çok uyuyor zaten.

            Markete geri koşuyorum, çocuklar yine orada, kiminin annesi pencereden sesleniyor, kızıyor çocuğuna. Markete giriyorum. Tezgâha gidiyorum ona durumu anlatırken cebimden parayı çıkartıp ağlamaya başlıyorum. Hiçbir şey demeden kıyma çekiyor bana, kasaya gelip kasiyer kadınla konuşuyor, kadın okutup bana kıymayı veriyor, 80 kuruşumu alıyor.

            Yarın tekrar yollanıyorum markete, bu kez deterjan ve yumuşatıcı için. Kasada yine aynı kadın, para üstünü verirken.

            “O abi, sen ağladın diye verdi o kıymayı biliyorsun demi?”

            Bir şey demedim, zaten ne diyebilirim ki? Marketten çıktığımda güneş yine aynı açıyla vuruyor, bir adam görüyorum köşede, sigara içiyor. Gidip bir sigara istiyorum ve tereddütsüz veriyor.

            “Adın ne senin?”

            “Sinan.”

            “Burhan ben de.”

            “Sen Serdar’ın oğlu musun?”

            “Evet.”

            “Tamam, tamam. Sigaranı burada bitir, yolda içme.”

            Burhan abi, çok hızlıca içiyor sigarasını. Markete doğru gitmeye başlıyor.

            “Hadi dikkat et kendine.”

            El sallıyorum. Sigaramı bitirip eve dönüyorum.

            Ardından ağır nefes alarak uyanıyorum, sabah olmamış henüz. Daha iyi. Ahu’yu aramayı düşünüyorum. Ama kafam açılmadan yapmamalıyım. Mutfağa gidip bir bardak su alıyorum, bir sigara yakıyorum. Camı açınca baya bir soğuyor, zaten ev hiç ısınmıyor. Sigaramı bitirince lavaboya gidiyorum. Nispeten açıldım. Odama dönüp telefonu elime alıyorum, mesaj atsam daha iyi olur herhalde. Bu saate kadar uyanık kalıp da aklımda kurup kurup durduğumu düşünmez umarım. Gerçi uyurken kurdum. Çok uzun bir süreden sonra sahtekârlığa olumlu bakıyorum sanırım. Kıymayı nasıl aldığım cidden önemli değil sanırım, ne yapıp edip almam gerekiyordu sonuçta, benim derdim. Nasıl alındığı önemli değil, kıyma kıymadır. Bunca zamandır gerekli olan şey zayıf ve sancılı durmaktan kaçınıp kıymasız kalmak yerine bir şekilde alıp tantanayı önlemekmiş. Yani, öyle herhalde, nereden bileceğim zaten.

            “Yarın görüşelim mi?”

Abonelik
Bildir
guest
7 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Beydağ

Devamını merak ettiren bir akış… Umarım devamı ya da yenileri yazılır.
Kutluyorum.
Yeniden okumak üzere yazın hayatında başarılar diliyorum.

Ulaş Ersezen

İlginiz için teşekkürler.

Morningstar

Hissettirdiği duygular için teşekkürler. Devamını heyecanla bekleyeceğim. Umarım yazılarını daha fazla okuruz. Başarılı. Başarılar, Ulaş.

Ulaş Ersezen

Teşekkürler.

Gönül Özbayram

Keyif ve merakla okudum.Kısa hikayeler her zaman ilgimi çekmiştir,sonrasını okuyucuya bırakır.Kutluyorum ve sonraki yazılarını da merakla bekliyorum.

Ulaş Ersezen

Teşekkürler.

Emrinski

Sırf geriye dönük yalanlar söylememek için kimseye tatmin edici cevaplar verememekle kendi önceki yaşamımızı tarif etmek için oluşturduğumuz derli toplu, paketli kurmacalarımız arasında bir nitelik farkı gözeten, yalnız iş içlerinden birisini seçmeye gelince de okuru kararsızlık uçurumuna iten bir hikaye niteliğinde. Heyecanla okudum.

%d blogcu bunu beğendi: