“Sonunda boğulmak olsa da benim o sularda yüzmem gerek”
Hayatımın aşkını buldum, anne. Hayatımı buldum, İstanbul’da. Umutlarımı buldum, mavilerimi… Gökyüzü oldum, denizi buldum. Ben onu buldum.
Onu, gözlerine bakmaktan bir an vazgeçmek istemediğim insanı.
Onu, dudaklarının yumuşaklığını kimseyle paylaşmasın istediğimi. Dudağımda bir damla, denize döndü. İzmir’de bir sevda bulutu var, gözyaşları akıyor denize. Peki, o gözlerden, gözlerimden akan yaş ulaşıyor mu denize bilmiyorum. Akıyor, akmaya devam ediyor, damla damla. Dalga dalga.
Lakin, o sonsuz maviliğine karışıyor mu denizin, değiyor mu onun soğuk ve tehlikeli sularına bilmiyorum. Ben, sadece kalbime mızrak saplanmış bir şekilde yürüyorum. Yürüyorum boşluğa, yürüyorum acımasız hayata. Ama hayat, hayat durmuyor devam ediyor, her saniye her dakika bir öncesinden daha çok kanatarak. Onun kokusuyla geçiremediğim her bir saniye belki de daha çok ölerek.
Denizler, denizler bize mavilikleriyle umudu, dalgalarıyla da zorlukları gösterirken ben onların varlığından bir haber bir ömür yaşamışım. Bir ömür yaşamışım, denizlerin esintisinden mahrum. Bir ömür, denizlerden habersiz bir hayat. Şaşıyorum! Yaşamışım da nasıl yaşamışım? Orasını bilmiyorum.
Şimdi de bir ömür yaşıyorum, lakin öncekinden biraz daha farklı. Biraz daha acılı, belki de biraz tatlı. Öyle bir acı, öyle bir tatlı, öyle bir…
Şimdi de bir ömür yaşıyorum, dalga sevdası ile yanıp tutuşan. Dalgalar, her kıyıya vurduğunda geçmişi hatırlıyorum. Her kıyıya vurduğunda biraz daha boğuluyorum. Lakin denizleri seviyorsan dalgaları da sevmelisin. Dalgaları da seviyorum, esintiyi kucaklıyorum, maviliğine hayran kalıyorum. Ben, bütünüyle onda kaybolmayı diliyorum. Öyle bir kaybolmak ki, sonu ve çevresi görünmeyen.
Öyle bir acı, öyle bir tatlı, öyle bir…
Acının tatlı esintisi.
Denizlerin maviliği ve dalgaları.
Martıları kucaklıyor, kollarını açmış. Martı olmalıyım. Su olmalıyım, güneş ve kum. Onun acısı olmalıyım, onun tatlısı.
Öyle bir acı, öyle bir tatlı, öyle bir…